https://www.hazine.gov.tr/borc-gostergeleri-sunumu
Türkiye Cumhuriyeti Hazine müsteşarlığı, Türkiye’nin özel ve kamu sektörü dış borç göstergeleri sunumunu resmi web sitesinden kamuoyuna açıkladı.
Sunumda 2010 – 2017 yılları itibarıyla kamu ve özel sektör brüt dış borç stoku açıkça görülüyor.
Yurtiçi yerleşiklerden dış borç alan taraf değilse, kendi halinde vatandaşa sorsan bu göstergelerden kimin haberi olur, bunları kim inceler ki; tabii ki asıl öncelik bu borca muhatap olan alacaklılar ve borçlular!
Alacaklı olan kimler; dış borç adı üstünde, elbette yabancılar, borç veren onlar, tahsil edecek olan yine onlar.
Gerçi, borç veren yabancılar borç verdiği hem özel sektörün hem de hazinenin durumunu, bizlerden çok daha iyi biliyordur.
(At ve benzerleri yükün ne kadarını kaldırır, yükleyen iyi bilir)
Gelelim brüt dış borçların resmî olarak açıklanan göstergelerine:
(Niye resmî olarak açıklanan göstergeler dedim, çünkü gerçekte çok yüksek olan borç stokunun, teknik bir makyajla olduğundan daha düşük gösterilebileceğini, ayrıca 2018 yılı ilk çeyrek dönemi listede olmadığı için, bu rakamların daha da yüksek olduğunu düşünüyorum)
Toplam kamu ve özel sektör dış borç stoku, 453.2 milyar dolar.
Kamu sektörünün dış borç stoku 136.2 milyar dolar, özel sektörün ise 316,4 milyar dolar.
Bu borçların kısa vadeli olan, yani acil ödenmesi gereken borç miktarı kamu ve özel sektör toplam 117.7 milyar dolar.
Türkiye hazinesi çok rahat canım, benim dış borcum “en az” bu diyor, gizleyen yok, bunları bilin mahsuru yok diyor!
Önce de vurguladım; alacaklı adam, hoş bizi bizden daha iyi bilir.
Türkiye’nin dış borç sorunu yeni bir şey değil.
Osmanlı’nın 1854 yılında aldığı ilk dış borçtan bu yana, ara ara “dış borç sorunu” yaşıyoruz.
Dış borcun büyüklüğünden çok, borcun çevrilebilir olması daha önemlidir.
Osmanlı’nın “en uzun yüzyıl” denilen yüzyılı, 19.yüzyıldı.
1881 senesinde “Düyun-u Umumiye İdaresi” kurulup, yabancılara size olan borcumuzu ödeyemiyoruz, gelin siz ilk elden tahsil edin demedik mi ?
O dönem borç veren taraf İngiltere idi.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Atatürk döneminde, yine yeni kurulan SSCB devletinden bir miktarı hibe olmak üzere, faizsiz borçlar almıştır.
Fakat bunlar, istiklâl savaşı süresince askeri temel İhtiyaçlar için ve özelikle dünyayı etkileyen 1929 ekonomik krizi sonrası, devlet güdümlü sanayileşme hamlesi için kullanılmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sanayi hamlesi ile şeker fabrikaları, dokuma ve iplik fabrikaları, şişe ve cam fabrikaları, kömür tesisleri, demir çelik fabrikaları, kağıt ve karton fabrikaları, tütün fabrikaları gibi fabrikalar, zaruri ihtiyaçları üretmek için kurulmuştur.
Bu fabrikalara SSCB’den alınan faizsiz borçlarla finansman sağlanmış ve kısa sürede geri ödenmiştir.
Dış borç alma nedenlerimize gelince; savaş ve savunma giderlerinin finansmanı için, tasarruflar yetmediği zaman kimine göre acil gerekli kimine göre çok gereksiz kamusal harcamaların finansmanı için ve de ithalatımız(satın aldığımız) fazla, ihracatımız(sattığımız) az olduğu zaman, işte bu farkı kapatmak için, dış borç seçeneğine başvuruyoruz.
Yukarıdaki en masum neden, coğrafya gereği yüksek maliyetli olan savaş ve savunma giderlerinin finansmanı için alınan dış borçlardır.
Diğer alınan borçlar iyi değerlendirilemeyip, kronik cari açık sorununu çözemiyorsa, hükümetlerin yönetim zaafiyetindendir.
Borç alırken sorun yok, faizi tatminkâr olunca bol bol da veriyorlar.
Fakat geriye istemeseler ne iyiydi?
Yabancılar gelirinden kısarak tasarruf edip biriktirsin, onların biriktirdiği emanet paralarla borç alıp gelecekten çalarak, bu günlerin keyfini sürelim değil mi, oh ne âlâ!
Borç yerken bahanesi de hazır; devlet için, millet için, halkımıza hizmet için kullandık.
Borç ödenirken zorlanınca bahanesi de hazır, biz kısık sesleriz, biz mağduruz, ah bu sömürücü dış güçler yok mu !
Neredennnn nereyeee, bizi kıskandılar.
Finansal saldırı var, “Katil Dolar” !
Yok ekonomik büyümemizi fesatlanıp çekemeyenler var, yok zaten faizler dünyada da çok yükseliyor, yok dolar tüm dünyada da yükselişte, yok finansal bir tetikçinin itirafları, yok Soros iş başında, yok Rothschild ailesinin yedi kuşaktan soyu, yok bunlar fetöcü finans imamları (böyle bir imam türü yoksa da, olmuş oldu) böyle uçuk kaçık komplo teorilerine, çok ucuz bahanelere sığınmak, kolaycılık olmuyor mu?
Borç alırken bunların olabileceğini düşünemediniz mi?
Borç isteyen sizsiniz, verecek olan da onlar.
Faizini de, alabileceğin borç miktarını da onlar belirler.
Soru şu:
Borçlanırken ne güzeldi, piyasa mekanizmasının oyuncularının fırsat eline geçtiğinde nasıl acımasız tiplerden kurulu oldukları aklınıza bile getirmediniz, borcu fazlasıyla geri isterken mi fırıldak olduklarını anladınız?
Şimdi “Katil Dolar” değil mi?
Asıl katil borç alıp kötü kullanan “uşak” olmasın, bazen İngiliz uşağı, bazen de ABD uşağı mesela!
1950’lere gelindiğinde borç veren taraf ABD idi.
Önce ufak ufak yardımlar, Truman Doktrini(komünizm ile savaş) askerî yardımları, Marshall yardımları.
Sonra bu yetmez, borç da verelim abime !
1950 sonrası Menderes hükümeti, ABD’den bol bulamaç borç alıp, aldığı borcları son derece kötü yönetip, 1958’de dış borç krizinden dolayı moratoryum ilan etmemiş miydi ?
Moratoryum, borç verenlere ben iflas ettim, gelin borcumu yeniden yapılandırın demek.
1945’de kurulan IMF (Uluslararası Para Fonu) ilk olarak 1958’de niye geliyor, işte bunlar için…
O dönem Türkiye’nin toplam dış borcu şimdi ki borca göre oldukça komik kalır, 250 milyon dolar !
Hatırlayın; 70 Cent’e muhtaç olduğumuz günleri, sonrası 24 ocak 1980 kararlarını…
Yine sorunun özü, Türkiye’nin kronik dış borç açmazından başka bir şey değildi.
5 Nisan 1994 krizi yine aslen dış borcun, iç borç adıyla çevrilememesinden kaynaklandı !
1989’da çıkarılan “Sermaye Piyasası Kanunu” nedeniyle, ülkeye yabancı sermaye serbestçe girdi girmesine de, gelen dış sermaye dogrudan reel sektör yatırımları için gelmedi.
Zaten gelen yabancı sermayenin de, hazinenin çıkardığı çok yüksek faizli iç borç senetlerini (hazine tahvili) satın alıp, kısa yoldan yüksek karlar etmesi varken, doğrudan reel sektör yatırımları yaparak riske girmesi düşünülemezdi.
İç borçlanma senetleri ihalelerine gelen tekliflere göre belirlenen faiz oranı, o dönemler piyasa tarafından çok sıkıca takip edilirdi.
Bu yıllarda borç verenler “Global Sermaye”, yani çokuluslu denilen sermaye idi.
Güya ismi “İÇ” borçlanmaydı, ama aslında dolaylı olarak “DIŞ” borçlanmaydı !
Sisteme yapısal olarak dokunulmadan 1994 krizi geçiştirildi.
Banka mevduatlarına hazine garantisi verildi.
Bankalardan para kaçışını önlemek açısından iyi bir fikirdi, fakat banka mevduatlarına hazine garantisi vererek, bankaların risklerini devlet üzerine alıyordu.
Nitekim kriz 2001 yılına kadar ötelenmişti, 2001 yılında mevduat garantisi verilen 23 banka batacak ve tüm yük hazineye devredilecekti.
Şartlar Türkiye’yi, cumhuriyet tarihinin şimdiye kadar yaşanmış en büyük krizi olan “19 Şubat 2001” krizine kendi getirecekti.
Önce kasım 2000 yılında likidite krizi oldu, yerli bir banka dış dünyadan kredi aldı ve kolay yoldan kâr elde etmek için bu kredileri hazinenin çıkarttığı, kâr garantisi gözüyle bakılan tahvilleri satın alarak değerlendirdi, fakat 2000 yılı kasım ayında piyasa likidite(nakit) sıkıntısına düşünce, gecelik faiz %7500 gibi uçuk rakamlara dayandı.
Bankanın nakitten daha çok stoklarında bolca bulunan, faizi çok düşük kalan hazine tahvillerinden külliyen zarar etmesi, likidite kıtlığı nedeniyle uçuk gecelik faizler ödemesi, böylelikle aldığı dış kredileri de çevirememesinden dolayı banka patladı.
Tüm hikâye, özel bir bankanın hazine tahviline güvenip tüm kaynağını burada değerlendirmesi,piyasa şartları değişince önce likidite(nakit darlığı) krizi ve peşinden borç krizine dönüşmesinden başka bir şey değildi !
19 Şubat 2001 tarihine gelindiğinde yaşanılan kriz, zaten ayakta zor duran diğer bankaları da domino etkisiyle yerle bir etti.
Tüm banka mevduatları hazine garantisindeydi, o nedenle bu durum halkın mevduat hesaplarına yansımadı.
Mevduat dışı kabul edilen, kayıtdışı “offshore”(kıyı bankacılığı) hesapları hariç.
Offshore, merkezi vergi cenneti bir denizaşırı ülkede faaliyet gösteren banka acentesinde değerlendirilen bir hesap türüdür, vergi avantajlarından dolayı faiz getirisi yüksek olduğu için tercih edilir.(örneğin, MAN adasındaki bankalar)
2001 yılı sonrası, bazı kamu bankaları hariç tamamı, ya tamamen yabancının ya da yabancı ortaklı sermayenin eline geçiyordu.
Şimdi direkt onlar borç veriyor, yerli taşerona da gerek de kalmıyor.
2001 kriziyle güçlü ekonomiye geçiş programı ile bazı yapısal değişiklikler radikal olarak uygulandı, bu programla bankacılık sistemi oturaklı hale getirildi.
2008 yılında, ABD finansal krizi sonrası FED’in genişletici para politikası nedeniyle konjönktür gereği bol miktarda ABD Doları dolaşıma sürülünce (kimine göre 4, kimine göre 7 trilyon dolar), tüm dünyada faizler de düştü, böylece gelişmiş ülkelerden nispeten daha yüksek faiz avantajları olan gelişmekte olan ülkelere doğru müthiş para girişleri yaşandı.
Bu gelişmekte olan ülkelerden en keklik olanı da Türkiye’dir.
Güney Afrika’dan sonra, dünyadaki en yüksek faizini vermede üzerine yoktur.
Çünkü bu tip ülkelerin cari açık gibi bir kronik sorunu vardır.
ABD’de doların politika faizi % 0’a kadar indi.
Bu durumda dış dünya bize, eskisine göre çok daha ucuz faizle borç verme yarışına girdi, biz de -fırsat bu fırsat- almam demedik !
ABD faizleri 0 olduğuna göre, aslında % 7-8 kat faiz ödemiş oluyorduk.
Bir kuşak bol bulamaç harcar, gün gelir diğer kuşaklar bunun ceremesini çeker !
Gelen paralarla ne yaptığımızı biliyorsunuz, tüm ucuz krediler yol, köprü, tünel, AVM, toplu konut gibi hizmet sektörüne aktarıldı.
Ve tabii ki teşvik de edilince, kişisel kredi borçlanmasıyla lüks tüketim, akıllı telefonlar, son model İthal araçlar, son model ithal elektronik ürünler vs alınması, sistemin tıkanmasına tuz biber ekti…
…Ve yıl 2018.
Ne yazık ki; dünyadaki bol keseden para efsanesi bitti.
Bol ve ucuz kredi oyunu bitti.
Uzatmalar da bitti.
Kısacası; işin vehameti büyük, 24 haziran 2018 seçimlerinde kim iktidar olursa olsun, cumhuriyet tarihinin en büyük borç kriziyle karşı karşıyayız.
Bunu buraya getiren asıl neden, iktidarın görmemişler gibi şatafatlı kamu harcamalarına yönelmesi ve şirketleri, kurumları, hanehalkını tasarruflara değil tüketime yönelten ekonomik politikaları düşüncesizce uygulamasıdır.
Tarih bu dönemi, ülkeyi tarihinde görülmemiş ekonomik darboğaza sokan ve siyasi olarak uçurumun kıyısına kadar getiren, iyi başlayıp felaketle bitiren, otoriter bir yönetim olarak anacaktır.