Çeşitli araştırmalar sonunda, ilim, fen ve bilimlerin tahkikat ve incelemeleriyle sâbit olmuş, anlaşılmıştır ki, mahlûklar / yaratılanlar içinde en mükerrem, en saygın en önemlisi insandır. Çünkü insan, kâinatın yaratılışında görünen sebep ve neticelerin arasındaki basamakların farkında olan tek canlıdır.
Yine bu insan varlıklar arasındaki zincirleme münasebet ve ilişkiyi görebilen yegâne / tek varlıktır.
Yine bu insan canlı ve cansız olarak yaratılanların aralalarında meydana gelen ve gelecek olan illet ve sebepleri görebilen tek varlıktır.
Şüphesiz insanın bu üstünlüğü; Yüce Yaratıcı tarafından sadece insana verilen “akıl”la keşfedebilmesi sayesindedir.
Bu durumda insandan istenen; İlâhî san’atı örnek alarak muntazam / düzgün ve hikmetli / gayeli olarak Rabbin ortaya koyduğu icatların taklitlerini yaparak, hayatını kolaylaştırmaktır.
Bunu yaparken ondan; İlâhî fiil ve eylemleri de anlaması istenmektedir. İlâhî sanatı bilmesiyle, ondan kendisine verilen cüz’î / azıcık ilmiyle; damlada denizi görmesi istenmektedir.
Evet insandan; kendisine verilen bunca kabiliyet, istidat, beceri, vasıf ve niteliklerini bir mizan, bir ölçü ve bir mikyas yaparak; İlahî fiil ve yapıları anlaması gerektiğini algılaması istenmektedir.
İşte insandan; kendisine verilen cüz’î / bir parçacık isteme ve yapma imkânını harekete geçirerek, Yüce Yaratıcı’nın küllî / herşeyi kaplayan, kuşatıcı fiil ve sıfatlarını bir nebze de olsa, bilip anlaması ve kavraması beklenmektedir.
Bu hâliyle ondan; akledip, keşfetmesi, görüp incelemesi, düşünmesi, hayal ve tasavvur etme yeteneği, yâni maddî – mânevî kurguda bulunmasından yola çıkarak; gerçeğe ulaşması istenmektedir.
Nitekim, ancak bu maddî – mânevî İlâhî vergiler sonunda insan; kâinatın en şereflisi, en ekremi / en çok ikrama mazhar edileni olduğunu anlayacak; eşref-i mahlûkat / yaratılmışların en şereflisi olduğunu kendi eliyle kendine göstermiş olacaktır.
Üstelik insan; bu aşamalardan sonra kendinden kendine geçecek, kendinde kendini bulacak, kendindeki İlâhî tecellîlerin farkına varacak. Haşa Allah olmadığını ve fakat Allah’tan geldiğini akledecek. Bu bilinç ve şuurla mest olacak. Kendinden geçip mânen İlâhî yükselişlere mazhar olacak. “Hel min mezid?” / “Daha yok mu?” lar içinde, bitmeyen yükselişlere gark olacak. Hep yolda olmanın hazzını tadacak. Bu, sonsuz olarak sürüp gidecektir.
Unutulmasın ki, bütün bu idrâk ve algılar ancak Yüce Rabbin “Sen olmasaydın! Sen olmasaydın! Varlığı asla yaratmazdım!” hitabına mazhar olan iki cihan güneşi, Allah’ın habibi, “Rahmeten lilâlemîn” / “Âlemlere rahmet.” olan Allahın gözdesi bir ve pîr olan Hz. Muhammed Mustafa sayesinde olmuş ve olmaya devam edecektir.
Çünkü O’nun Zâtının büyüklüğüne ve Yüce Allah katındaki değerine; İslâm’ın kâinat ve insana ait hakikatleri şahit oluyor. Çünkü O’na; O’nun en üstün, en yüksek, en şerefli, en âlâ olması şahitlik ediyor. Çünkü O’na hak ve hakikat ehli olanlar ve tüm müslümanların hepsinin; bilimsel görüş ve düşünceleri sonunda büyüklüğüne karar kılmaları şahit ve tanıklık ediyor. Çünkü O’na tarihler ittifakla / söz birliği ile şahitlikte bulunuyorlar. Çünkü O’na insanlar içinde en şerefli, en keremli olan hak ehli, hakta bulunanlar tanıklık ediyor. Çünkü O’na, O’nun haklılığını gösteren bin mucize şahitlik ediyor. Çünkü O’na İslâmiyet ve Kur’an hakikatleri şahit oluyor.
İşte bu Zât “Adım ile bile yazdım adını.” mısraıyla vasfedilen, nitelenen ulu bir zât olan Hz. Muhammed’dir. İşte insan haddini aşarak, bunca ilimlerin şahitliğini çürütebilir mi? Bunca âlimlerin teşhisini iptal edebilir mi?
Hele hele İlâhî meşiet ve isteğe ve kâinatı kaplayan Ezelî Hikmeti ayaklar altına alarak, hak ve hakikata karşı inat etmeli mi? Zalimce, vahşice, inatla küfrünü, inkârını yıkım ve yakımlarını sürdürmeli mi? Hem istese de, bütün bunlara imkân bulabilir mi? Eğer aklını başına almazsa; başını kaldıramıyacak İlâhî gazaplara kendini hazırlaması gerekmez mi?