Türkiye’nin büyük meselelerinin ana kaynağı ortak aklın ve devlet tecrübesinin kullanılamıyor oluşudur.
Ülkemizde, son dönemde devlet adına karar verme mekanizmalarının çalıştırılmadığı, bütün kritik kararlar için tek kişinin aklına güvenildiği bir yönetim anlayışı hâkim.
Oysaki Türkiye dünyanın en eski, en köklü devlet geleneğine sahip devletlerinden biridir. Türkler de, devlet yönetme tecrübesi en yüksek olan milletlerin başında gelir.
Fakat halen “kurumlarda ciddi sorunlar var. İş üreten, proje üreten, fikir üreten, inisiyatif alan yeni açılımlar yapan çok az insan kaldı. Bürokratik kadrolarda, siyasi kadrolarda, devlet kadrolarında bir ehliyet sorunu yaşanıyor.”
Bu teşhis iktidara yakın bir yazara, Yeni Şafak’tan Kemal Öztürk‘e ait. Öztürk devam ediyor: “Bunlar doğru. Ancak bu kaht-ı rical, yani ‘devlet adamlığı yoksunluğu’ bu demek değildir. Yaşadığımız sorun, liyakat ve ehliyete göre insan istihdam etmeme sorunudur. Zira Türkiye’nin yetişmiş nitelikli insan kaynağı, devlet adamı bulunuyor.”
“Liyakat ve ehliyet meselesi devletin ciddi sorunu haline geldi.”
“Her dediğime ‘evet’ diyecek, hiç itiraz etmeyecek, hep bana sadık kalacak adam arıyorlar.”
İşte bahsettiğim temel sorun, bu tip adamlarla devleti yönetmektir.
Dış politikada da en yetkin kadroları “monşer” diye aşağılayarak tasfiye ettiler.
Yerlerine getirilen liyakatsiz kadroların tek derdi “Reis’e” yaranmak. Bunun için O’nun Kasımpaşalı üslubunun kötü birer taklitçisi durumundalar. Bunların ülkeye bir yarar sağlamadığı görülüyor.
O üslup “Reis’e” yakışabilir. Belki kitlelerin hoşuna da gidebilir. Ama…
Diplomatın görevi siyasilerin hatalarını tekrarlamak değildir. Onların hatalarını da örten, gerektiğinde nükteli, gerektiğinde zarif, yeri geldiğinde sert ve kararlı fakat her zaman sakin ve zekice bir diplomatik lisan kullanmasıdır.
Zaman zaman TV’lerde izlediğimiz eski büyükelçiler meğer ne kadar değerli bürokratlarmış. Milli menfaatleri önceleyen, dış politika meselelerine vakıf, meramlarını son derece zarif ve etkileyici bir üslupla anlatabilen bu insanları “monşer” diye aşağılarken meğer ne kadar haksızlık yapmışız.
******************************************
Stratejik Çukura Düşmenin Sebebi
Ak Parti iktidara geldiğinde dış politika alanında çok doğru bir hedef ortaya koymuştu: “Komşularla sıfır sorun.”
Fakat Ahmet Davutoğlu’nun mucidi olduğu bu hedefe ulaşmak şöyle dursun, tam tersine ciddi sorunlar yaşamadığımız komşumuz kalmadı.
Ahmet Davutoğlu‘nun Dışişleri Bakanı ve Başbakan, Tayyip Erdoğan‘ın ise Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak birlikte yürüttüğü dış politika alanında en büyük başarısızlık Suriye konusunda yaşandı.
“Stratejik Derinlik” kitabının yazarının ülkemizi düşürdüğü durum, şimdi “stratejik çukur” olarak tanımlanıyor.
***
1980-1988 İRAN- IRAK SAVAŞI ÖRNEĞİ: 8 yıllık İran- Irak savaşında ortak akıl ve kurumlarımızda var olan devlet tecrübesi ülkemizi “Ortadoğu bataklığına” girmekten korumuştu.
Her ikisi de komşumuz olan İran ile Irak’ın Savaşında mülteci problemi, ülkemize terör transferi, ülkemizin hedef alınması olayları yaşanmadı. Ekonomik kayıp olmadı.
Çünkü devreye devlet aklı girdi.
Türkiye savaşan iki devlet arasında taraf olmadı. Gerektiğinde arabulucu oldu. Hatta BM’de savaşan her iki tarafın temsil yetkisini verdiği devlet oldu. Siyasi itibarı ve bölgesel ağırlığı arttı.
Her iki ülkenin de (savaştıkları için) üretimleri düşmüş, ihtiyaçları artmıştı. Türkiye iki tarafa da bol bol ihracat yaparak süreçten ekonomik olarak da çok kârlı çıktı.
Suriye iç savaşında ise ortak akıl ve devlet tecrübesi kullanılmadı.
Türkiye taraf oldu. Esed’i devirme gayretkeşliğine girdi. Mezhepsel tercihler kullandı. Suriye’nin stratejik önemini kavrayamadı. Burada Rusya, İran ve Çin’in meydanı ABD’ye bırakmayacağını öngöremedi. Devletimizi yönetenler üç gün içinde Şam’da Emevi Camisinde namaz kılma hayallerine kapıldı.
Sonuç: Güvenliğimiz, ekonomimiz, sosyal dengelerimiz zarar gördü. Ülkemiz bir beka problemi ile karşı karşıya kaldı.
İş TSK’ya düştü. Siyasi hataları temizleme görevi Mehmetçiğe verildi.
Şehitler. OHAL… Ekonomik kayıplar…
Ve ABD ile savaşın eşiğine geldik.
Görüldüğü gibi devlet tecrübesini, kurumların ortak aklını kullandığınız zaman krizler fırsata dönüşebiliyor.
Tam tersine kişilerin şahsi ihtirasları, ideolojik hayalleri, benlikleri ön plana çıkınca stratejik çukura düşebiliyorsunuz.
Bunun zararını yanlışları yapanlar çekse pek aldırış etmeyebiliriz.
Ama zararını bütün millet çekiyor.
Terörle çekiyoruz. 3,5 milyon Suriyeli sığınmacı problemi olarak çekiyoruz. En acısı da gencecik fidanlarımızı şehit vererek çekiyoruz.
Bütün bu zararlara yol açan politikaları uygulayanlar ise “pişmanlık duymadıkları” gibi, milletimize bir özür dileme borcunu bile yerine getirmiyor.
Özrü bırakın, yanlış siyasi tercihlerin sonucunu, doğru ve meşru bir harekâtla düzeltmeye çalışan Mehmetçiğin sırtından, bir de “muzaffer başkomutan, gazi” gibi unvanlar kazanmaya çalışıyor.
“Hep yakınıyorsun, çare ne?” diye soranlara cevabım çok kısa:
Çare ortak akla dönüşte… Çare kurumların devlet aklını kullanmasının yolunu açmakta… Çare liyakatsiz, ehliyetsiz muhterislerden devleti kurtarmakta…