“Derler” diye diye öğretmek
Üniversite orta öğretimin yüksek kısmı değildir. Sanırım bunda mutabıkız. Orta ve ilköğretimin asıl görevi birilerinin ürettiği, birilerinin de topladığı bilgileri lisanı münasiple, daha doğrusu usulü münasiple öğrencilere aktarmaktır.
Üniversitenin temel vazifesi ise bu bilgiyi üretme işidir. Yani “bilim yapmak”tır. İkincil vazifesi tıpkı liseler gibi var olan bilgiyi aktarmak, öğrenci yetiştirmektir ama o seviyedeki öğretim, o bilginin üretimine bizzat iştirak eden hocalar tarafından verilir.
Kendisi bilim üretmemiş insanın öğreteceği bilim, güzel sesli Ermeni komşunun ezan okuması gibidir: Köyde müezzin vefat edince ezan okuyabilecek ses ve musiki yeteneğine sahip Ermeni’ye köylüler rica etmişler. O önce, nasıl olur dese de sonunda kırmayıp kabul etmiş ama ezanın her cümlesinin sonuna “derler” ekleyerek okumuş: “Allahu ekber… Derler. Eşhedü en la ilahe illallah… Derler…” Derler redifiyle üniversite öğretimi yapılmaz.
Bilim zor zanaat
Üniversite öğretim üyesi, bilim üretebilen kişidir. Bilimin yaşadığı zamana ait problemlerinin hiç olmazsa birkaçını çözmüş, çözebilmiş kişidir. Problemleri tanıma, tanıdığı problemler arasından önemli ve çözülebilirini seçme, problemi tarif etme, çözümünü araştırma ve nihayet çözme… İşte akademisyenlik budur ve bu yıllara, sonunda bir ömre yayılan, adım adım kazanılan, edinilen bir zanaattır. Aynı zamanda sanattır da. Hem maharete hem yaratıcılığa ihtiyaç gösterir.
İlk adım, araştırma yapmayı öğrenmektir. Araştırmacılığın sertifikası doktoradır. Bu unvan, sahibinin insanlığın bilgisine yeni bir şey eklediğini, daha önce bilinmeyen bir bilgiyi yarattığını, bilinir hâle getirdiğini, daha önce çözülmemiş bir problemi çözdüğünü gösterir. Doktora akademisyenlikteki en önemli adımdır. Bazı ülkelerde, sendikalar güçlü iken, sendika üyelik kartı olmayana iş verilmezdi. Bundan galat, Isaac Asimov, doktoraya bilim dünyasının “sendika kimlik kartı” derdi.
Doktorun bir babası vardır
Peki, doktora sahibi artık “olmuş” mudur? Ona hemen doçent, hatta profesör deyiversek… Öyle ya, bilime katkı yapmış, yapabileceği ispatlanmış. Belli bir alandaki bilginin sınırına kadar yürümüş ve sınırın ötesine geçmiş. Onu daha yıllarca yardımcı doçent gibi bir ara kademede tutmak oyalamak olmasın…
Doktora sahibi bilinenin sınırına kadar yürümüş ve o sınırı geçerek bilgiye katkı sağlamıştır. Ancak bu işi kendi başına başarmamıştır. Doktora bir hocanın yönetiminde yürütülür. İşte doktora ile doçentlik ve profesörlük denilen rütbeler arasındaki fark, bilimin bağımsız yapılması ile henüz bağımsız yapılmaması arasındaki farktır.
Doktora sırasında bilim adamı, hocanın seçtiği ve kendisine “al çöz” diye verdiği problemi çözer. Tez danışmanlığı yapan hocanın problem seçiminde dikkate alması gereken bazı hususlar vardır. Bir kere seçtiği problemin halledilebilir olduğunu hissetmesi lâzımdır. Bilmesi değil, hissetmesi demek zorundayım, çünkü çözüleceği ve nasıl çözüleceği belli ise bu akademisyenlik değil, ilim değil, teknisyenlik olurdu. Çözülebilirlik yetmez. Bu çözümün bilim için gerekli ve yararlı olmalıdır. O halde hoca, bu yararı değerlendirebilmeli, tahmin edebilmelidir. Bunlar son derece hayatî, zor ve ustalık isteyen seçimledir. Doktora öğrencisi kendisine verilen problemi çözerken takıldığında da yine hocasına danışır. “Tez danışmanı” ibaresinin anlamı bu danışmadır. Doktora hocası doktora öğrencisinin çalışmasında o derece ağırlık taşır ki Alman geleneğinde ona “doktora babası” denir, genç bilim adamının bilimdeki babasıdır o!
Yardımcı doçentin adı farklı ama her yerde var
Hâlbuki doktoradan sonrası bilim adamının yalnız yürüdüğü bir alandır. Danışma her zaman vardır ve yararlıdır ama artık kimsenin daha önce geçmediği bir arazidesiniz ve danışmalarınız tez hocanıza, yani “bir bilene” değil, bir bilmeyenin bir bilmeyene danışması şeklindedir. Çünkü üzerinde çalıştığınız problemin çözümünü kimse bilemez. Birileri biliyorsa, o zaten problem değildir, bilim değildir. Artık problemlerin çözülüp çözülemeyeceğini değerlendirmek, önemini, bilime muhtemel katkısını tayin etmek de sizin işinizdir ve işiniz zordur. İşte doktora ile doçentlik arasındaki bu geçişte akademisyenden beklenen kendi başına problem seçme ve o problemi kendi başına çözme becerisidir. Bu beceriye sâhip olduğunun ispatıdır. Bizim sistemimizde buna “yardımcı doçentlik” denmiş. Gerçekten kulağa tuhaf geliyor. Başka yerlerde tam bu ibare var mı, bilmiyorum. Ama doktora ile doçentlik arasında geçen ve yıllar süren bir ara rütbe her yerde var. Olmayan bir yeri ben bilmiyorum. Bilimde bugün lider ülke Amerika Birleşik Devletleri’dir. Onlarda bu rütbenin adı “asistan profesör” dür. Onlar doçentliği “asosiye profesörlük” dedikleri için bir altına asistan profesörlük denmesi makuldür. Rütbeler şöyle sıralanır: Asistan profesör- asosiye profesör- profesör. Bizde doçentlik öncesi rütbede “profesör” kelimesi garip kaçacağı için bu “yardımcı doçent” titri kullanılmış.
ODTÜ- ABD- Avrupa
En iyi üniversitelerimizden biri olduğundan şüphe etmeyeceğimiz Orta Doğu Teknik Üniversitesi özel kanunla kurulmuştu. ODTÜ’nin diğer üniversitelerin kanununa geçişi, kuruluşundan çeyrek asır kadar sonradır. Orada da doktora sonrası unvanlar yıllarca asistan profesör, asosiye profesör ve profesördü. Ben de bu üniversitede 1968- 1975 arasında instructor (öğretim görevlisi) ve asistan profesör olarak görev yaptım. 1975’te asosiye profesör oldum. 5-6 yıl boyunca birilerinin beni oyaladığını hiç düşünmedim.
ABD’nin bilimde liderlik konumunu ele geçirmesi 1945’ten sonradır. Bu tarihten önce bilim Avrupa’dadır. Almanya, Fransa ve İngiltere’dedir. Doktora ile doçentlik arasındaki döneme kıta Avrupası’nda verilen isim genellikle “habilitasyon”dur. Unvanların adları ülkeden ülkeye değişebilir. Fakat işlevleri hemen hemen aynıdır. İngiltere’de yardımcı doçente “lecturer” deniyor. Doçente de “reader” yani “okuyucu”. Herhalde Oxford kütüphanesinde her birinin ortalama değeri bir büyücek çiftlik-malikâneye eşit kitapları alıp, rahleye koyup okuması için kitabın emanet edilebildiği adama verilen bu unvandı. ABD’ye dönersek, orada asistan profesörlükle doçentlik ve profesörlüğün bir farkı daha vardır. Asistan profesörlerin kontratlarının bir bitiş tarihi vardır. Kontrat bitiminde yenilenme garantisi yoktur; hatta doçentliğe, yani asosiye profesörlüğe terfi ettirilmeyen asistan profesörün artık devam etmeyeceği kabul edilir. Ünlü bir bilim adamının yanında doktora yapıp bir daha kendisinden haber alınamayan, kendi başına aynı başarıyı gösteremediği için daha üst rütbelere çıkamayan çok doktor vardır.
Doçentliğe geçiş kolay değil
Buna karşılık asosiye profesörlük ve profesörlük devamlı istihdam rütbeleridir. Bunlara tenure posizyonları denir. Birçok Amerikan üniversitesinde bir uzmanlık alanına birkaç asistan profesör tayin edilir. Fakat bunlardan sadece birine tenure verileceğini herkes önceden bilir. Hangisi en başarılı ise hangisi bilim dünyasında öne çıkarsa o asosiye profesör olur; diğerleri ayrılır, yerlerine yeni genç asistan profesörler alınır.
Hangi açıdan değerlendirirseniz değerlendirin, aralarında büyük fark bulunmayan unvanlar doçentlikle profesörlüktür. Almanya’nın bazı eyaletlerinde doçente de profesör denir ama bu sefer profesörler arasına kademeler konur. Fakat yardımcı profesör veya yardımcı doçent ile doçent arasında fark vardır ve doçentle profesör arasındakinden daha belirgindir.
Dolayısıyla yardımcı doçentlikten veya asistan profesörlükten doçentliğe geçiş, anlamlı bir kademe yükselişidir. Bizde bu geçiş için uluslararası hakemli ve indeksli dergilerde yayınlar, dil sınavında belirli bir seviye, tez gibi ciddî kriterler kullanılır. Aday, profesörlerden kurulu bir jüri karşısında imtihana çekilir… Eskiden aynı jüri karşısında bir deneme dersi de verilirdi. Ben girdiğimde bu dersi pek gereksiz bulmuştum. Çünkü yıllardır ders veriyordum zaten. Fakat sonra, bir adayın jürisindeyken, o deneme dersinin bazen gerekli olabileceğini gördüm. Çünkü doçent adayımızın öğrettiğini biz bile anlayamamıştık, üstelik dersi 15 dakika verebilmiş ve “bu noktadan sonra ben tahtada problem çözerim” demişti. O zamanlar bir de doçentlik tezi, Avrupa’daki adıyla “habilitasyon tezi” gerekirdi. Şimdi deneme dersi ve tez yok. Yine de kolay bir geçiş değildir bu… Buna karşılık, tıpkı Avrupa ve ABD’deki gibi bizde de doçentlikten profesörlüğe geçiş daha kolaydır. Genellikle yayın sayısı ve kalitesi bu unvan terfii için kâfidir.
Bizim sıkıntımız sayıda değil kalitede
Türkiye’de sıkıntımız eğitim ve bilimdeki insan veya bina sayısı değildir. Bunlar da mükemmel değildir belki ama asıl sıkıntımız kalitededir. Orta öğretimdeki PISA sonuçları ülkeler arası mukayese için iyi bir kriterdir ve biz buralarda sonunculukları paylaşıyoruz. Üniversitelerimiz ilk beş yüze bir türlü giremiyor, girdiği zaman da o beş yüzün son yüzünde yer alıyor. Yüzün üstünde üniversitemiz var diyoruz ama o altlardakilerin dünyayla mukayesesi konusunda bir haber yok. Şu kadarını söyleyebiliriz, orta öğretimin hocalarını üniversitelerimiz yetiştirir. Yöneticilerini de. O halde orta öğretimimizin kalitesi yüksek öğretimizin kalitesinin dolaylı bir göstergesi kabul edilebilir. Bu da iftihar edebileceğimiz bir kalite değildir.
Peki, üniversitenin kalitesini arttırmanın yolu, bugün yardımcı doçent, hatta öğretim görevlisi – niçin olmasın- kademelerinde bulunanları doçent ilan etmekten mi geçer? Kendi başına araştırma yapabileceğini ispatlamamış, bilim için kesin gereklilik olan bir dilde belli bir seviyeyi tutturamamış insanlara doçent deyince doçent sayımız artar mı? Bu hal çok sevdiğim, eski bir New Yorker karikatürünü hatırlatıyor. Tonton kral sarayının balkonundan yüzleri gülücük dolu vatandaşlarına seslenmektedir: “Dün gece düşündüm ve karar verdim ki benim tebam dünyanın en tahsilli tebası olmalıdır. Bu yüzden irade buyuruyorum, bugünden itibaren her vatandaşımıza bir diploma verile!”
Tekrar edeyim, bilim dünyasında bizdeki yardımcı doçent rütbesine eşdeğer bir unvanın bulunmadığı bir ülke yok gibidir. Bu, hadi verelim; yok vermeyelim denecek bir etiketten ibaret değil, akademik dünyada o geçilmeden bir üsttekine çıkılamayan bir basamaktır. Sayın Cumhurbaşkanımız beni bağışlasınlar, ben yardımcı doçentliğin bulunmadığı bir yer bilmiyorum. Belki benim cehaletimdir. Belki onun kastı, o kademenin bulunmadığı değil, gerçekten tuhaf olan ve belki hiçbir yerde bulunmayan unvanın ismiydi.