Adaletin Evrenselliği ve İradenin Millîliği

98

Farkında mısınız bilmem yaşadığımız mevsimler kış ve yaz’dan ibaret olmaya başladı. Ara mevsimler yani ilkbahar ve sonbahar sanki bir kanun hükmünde kararnameyle tedavülden kalkmış gibi..

Aslında duygularımızın da ara tonları kaybolmuş durumda.. Ya yaz sıcaklığı üzereyiz birbirimize ya kış soğukluğu.. Ortasını kaybettik ve bu yüzden ortam termometrenin iki ucunda..

Geçtiğimiz günlerde Suriye’deki terör ve vahşetten bize sığınan hamile kadının karnındaki doğmamış ve kucağındaki yeni doğmuş 2 bebeğiyle Daeşvari yöntemlekatledilmesini, engelli çocuğuna sahip çıkan bir babaya bir hasbelkader insanlar arasında dolaşan bir mahlûkun “Spastik oğlun hayvana benziyor; bırak hayvanat bahçesine, kurtul” diyebilmesini, 17 yaşındaki öz kızına defalarca tecavüz ederek hamile bırakan baba(!)nın DNA testiyle suçunun sabitlenmesini beraber ve kahrolarak idrak ettik.

Yazın ortasında bize zemheri ayazını yaşatan bu travmaların haricinde kavurucu sıcakların arasında günler ve kilometreler boyu yürüye yürüye denizle buluşan dereler misali Adalet’in kendisine susamış yüzbinlerle, milyonlarla buluşmasına şahit olduk. O kavramı taşıyan kişinin kimliğine ve siyasî kişiliğine değil insanoğluyla yaşıt o kadim kavrama toplumsal olarak ne kadar ihtiyaç duyduğumuza bakalım.

Tıpkı 1 yıl önceki Darbe Kalkışmasında Millî İrade ve Demokrasi gibi belki adalete göre yeni ama bizim için olmazsa olmaz olan kavramlara sahip çıkma cesaretimiz gibi.. Tıpkı sonrasında o ihanete karşı toplumun tüm kesimlerinin Birlik ve Beraberlik neymiş, nasıl olurmuş; 7 Ağustos’da onu örneklendirdiği gibi..

Yaz ya da kış penceresinden bakan arkadaşlar ikisinden birine illâki itiraz moduna gireceklerdir. Bense Ziya Gökalp’in Türkleşmek-İslamlaşmak-Çağdaşlaşmaküçlemesine doğal dördüncüyü nasıl bulurum da bu ikilemlerden kurtuluruz telaşındayım.

Yazının başına konu olan rezîletleri sanki daha önceki aylarda ve yakın yıllarda yaşamadık. Ne var ki gittikçe helâk olan kavimlerle benzer bir çizgiye savruluyoruz. Osmanlı’nın yıkılışında toplumsal arızalar bence dış unsurlardan çok daha etkilidir. Maraz-ı içtimaî dediğimiz sosyal ve toplumsal hastalıklar olaylar akabinde tepki vermekle değil bu illetlerin asla neşv ü nema bulamayacağı bir toplumsal düzeni oluşturmakla yenilir. Allah esirgesin bir-iki adım sonrası ya Irak ya Suriye.. Ve kahretsin ki tarihçiyiz..

Sakarya’daki vahşet sonrasında yükselerek yayılan “İçerinin adaletine güveniyoruz” cümlesi bile normal adaletsizliklerden içeriye girenlerden böyle yakıcı bir namussuzluğa karşı bir adalet dilentisi olarak ayrı bir yakıcılığa sahiptir. Demek ki neymiş kendi koyduğumuz yasalarımız kendi adalet beklentilerimizi bile karşılayamıyor.

Dolayısıyla bu yürüyüşten sonra İyilik için de, Eşitlik ve Özgürlük için de, Barış ve Esenlik için de yürüyüşler beklemekteyim. Kaç zamandır ideolojik angajmanlar yerine onları da karşılayan temel prensipleri, evrensel ilkeleri öne çekelim demekteyim. Yaratıcı’mızın fıtratımıza koyduğu kavramları içimizden çıkan bir siyasetçi beğendi, bir siyasetçi beğenmedi diye ben de beğenecek ya da beğenmeyecek değilim.

Hani demiş ya Şair; “Biz belediyenin değil rüzgârın ağaçlarıyız”. Bizim imtihanımız Âdem Babamızdan beri bize öğretilen kavramlarla iyi bir sınav vermek. Parti-seçim tercihleri yapmaktansa ve kazanmış görünmektense siyasî ve içtimaî hayatta bu kavramların bayraktarlığını yapmak muhtemelen önümüzdeki günlerde mecburî istikamet, öldükten sonra da hafifletici sebep olacak. Yoksa kış soğuğunda, yaz sıcağında daha çok kavrula kavrula gideriz.