Oğuz Çetinoğlu: Hocam, çevremize şöyle bir nazar atfettiğimizde ‘muhafazakâr‘ olarak tavsif edilebilen insanların sayısının arttığını görüyoruz. Buna memnun olmak gerek. Fakat İslam’ı doğru anlayabilenlerin aynı ölçüde olmadığını da esefle fark ediyoruz. İslâmiyet Müslümanların birleşmiş olmasını, kaynaşmış olmasını istiyor. Bir durum değerlendirmesi yapar mısınız?
Prof. Dr. Hasan Elik: Bizi birleştiren, bizi millet yapan, bizi kardeş yapan, bize tarihte büyük mevkiler kazandıran yüce dinimizin birleştirici vasfının yavaş yavaş kaybedilerek bir kavga unsuru hâline getirildiğini, kutuplaşmalara araç edildiğini görmekteyiz. Bu, üzerinde ciddiyetle durulması gereken çok hayatî bir konudur.
Çetinoğlu: Nerede yanlış yapıyoruz?
Prof. Elik: Din adına konuşan bâzı insanlar, İslâm dinini doğal inasanî değerlere, çağdaş gelişmelere zıtmış gibi değerlendiriyorlar. Sanki İslâm; insanlığın bin yıllardır biriktirdiği ne kadar değer varsa -mesela Cumhuriyet, demokrasi, ticarî ve siyasî sistemler- hepsinin alternatifi kılınıyor.
Bir kısım insanlar İslâm’a tamamen duygusal yaklaşıyorlar, ona aşk derecesinde bağlılar, fakat O’nu tam olarak bilmiyorlar. Biliyorsunuz, âşık mübalağa eder; âşığın ölçüsü yoktur. İşte, bu dindar tipi de her şeyi dinde arıyor; ona göre akıl, mantık, tecrübe, târih, bilgi hiç önemli değildir.
Bazılarının zihninde böyle, farklı bir anlayış var. Bunlara göre İslâm; hâlâ 1400 sene önceki Hz. Ömer veya Hz. Ebu Bekir döneminde uygulanan yönetim biçimi, ticarî anlayış nasılsa öyle yapmaktır. Buna karşılık, birtakım insanlar da İslâm’ı, artık terk edilmesi gereken, insanı geriye götüren, zamanı/modası geçmiş bir sistem olarak görüyor; hatta O’nu öcü görüyor, korkuyor.
Çetinoğlu: Cahillik…
Prof. Elik: Her 2 grup da cahillikte birleşiyor yani… Her şeyi dinde arayan din âşıkları, İslâm’ı tanımadıkları için dini reddeden din karşıtları…
2 aşırı grup… Gerek Müslüman toplumlarda gerekse başka toplumlarda -bugün marjinal de denilen- aşırılar dâima olmuştur. Aşırı siyasetçiler, radikal dinciler her toplumda vardır. Bilmem biliyor musunuz, Hz. Ali döneminde, Hz. Ali’yi -hâşa- kâfir ilân eden radikaller vardı, O’nu ilah edinen radikaller… Bugün Japonya’da da, ABD’de de moda deyimiyle köktenci, fundamentalist, aşırı gruplar var. Ama hiçbir zaman için bunlar belirleyici olmamıştır. Ortak akıl ve kolektif vicdan hiçbir zaman bu aşırıların belirleyici olmasına müsaade etmemiş; akl-ı selim ve basiret dâima hâkim unsur olmuştur.
Bu gruplar demokrasi vb. çağdaş değerlerin gelişmesine engel olabilecek güce sahip değillerdir. O halde, önemli olan ana gövdedir. Bu bakımdan, sokaktaki 3-5 kendini bilmeze bakarak dine soğuk bakmamalı ve üzerimize düşen sorumlulukların gereğini yerine getirmeliyiz.
Çetinoğlu: Ahkâm kesenler var: ‘Efendim, Batı dünyası ileri gitti de İslâm dünyası niye geri kaldı?’ diyerek, yanlış fakat yaygın deyişle, çevrelerine negatif enerji yayıyorlar…
Prof. Elik: Onlar, kendilerindeki eksikliği, kendilerindeki kusuru dine devretmeye çalışıyorlar. Sanki bütün Müslüman toplumlar geride de başka dinlere mensup olanlar ileride imiş gibi, yanlış bir mukayese yapıyorlar.
Oysa Batıyı teknolojik ve ilmî buluşlara sevk eden; ileriye götüren Hıristiyanlık değil ki… Şâyet Batı gelişmiş ve ilerlemişse, Hıristiyan olduğu için değildir. Batı; bilim ve tekniği İncil’den çıkartmamış, akıldan ve tabiattan çıkarmıştır.
Bunları doğru anlamak lâzımdır. Din, din ile mukayese edilir. İslâmiyet Hıristiyanlıkla mukayese edilebilir. ‘İncil şöyle eliyor, Kur’ân böyle diyor, Tevrat böyle diyor‘ diye kitaplar mukayese edilebilir; fikir ve öğretileri karşılaştırılabilir. Ama insanla din mukayese edilemez. Batının aklıyla Doğunun dini karşılaştırılamaz. Kendi insanımızla Batının insanı mukayese edilmelidir. ‘Batıdaki mühendis şöyle, Batıdaki doktor böyle, Batıdaki sanayici böyle de bizdekiler niye böyle?’ Denilebilir. Fakat bu mukayeseden kaçınıyoruz ve hemen meseleyi ‘Müslümanlar – Hıristiyanlar‘ diye değerlendiriyoruz. Bu yanlış bir tespittir. Burayı geri bırakan Müslümanlık değil, orayı ileri götüren Hıristiyanlık değil. Müslümanlar Ortaçağda da aynı dine sâhiptiler. Fakat o zaman dünyanın en ileri toplumları Müslüman milletlerdi. Hatta 15. ve 16. yüzyıllar târihe ‘Türk asırları‘ diye geçmiştir. Kaldı ki, aynı Hıristiyanlığa mensup olan Avrupa ülkelerinin tamamı da bir değildir. Bugün, dünyanın en eski Hıristiyan devleti olan Etiyopya (Habeşistan) açlıkla pençeleşmiyor mu? O halde mesele salt din meselesi değildir, din ne kalkınmanın ne de geri kalmışlığın birinci etkenidir. Bu konuda çok daha öncelikli olan başka etmenler vardır. Dini, din olarak algılamamız lazımdır. Onun temel gayesi ise, ahlaklı, sorumlu insanı inşa etmektir. İnsanın yapması gerekenleri dinden beklememek lazım gelir. Dolayısıyla din üzerinden bilimi, ekonomiyi, yönetimi, kalkınmayı vb. problemleri çözmeye çalışmak sonuç vermiyor. Günümüzde dinin alanı genişletildikçe farklı din algıları da çoğalmaktadır. Dolayısıyla bölünmeler artmaktadır. Biz dini dağıttık, bu şekildeki din algısı da bizi dağıttı. Din kendi alanında biricik olup hiçbir sistemin alternatifi olmadığı gibi hiçbir şey de onun yerini tutamaz.
Kur’an-ı Kerim sadece ‘Ben Müslüman’ım‘ diyenlerin kitabı değil bütün insanlığın kitabıdır. O halde, bir Müslüman nasıl Kur’ân’a sâhip çıkıyorsa, Yahudi ve Hıristiyan da Kur’ân’ın üzerinde titremeli… Çünkü Kur’ân; ‘Kimseyi zorlamayın‘ diyor. Bu ilke olmasa, belki zorlayabilirdik. Meselâ Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiğinde, bütün Rumları Müslüman yapabilirdi. Mevlânâ, Yunus ve emsali zevat, hoşgörü timsali sözleri nasıl söyledi? Nereden aldılar bu ruhu? Şüphesiz Kur’ân’dan… Biz bu prensiplerden vazgeçemeyiz.
Çetinoğlu: İnsanoğlu’nun hayattan en çok istediği şey mutluluktur. Fakat mutlu olanların sayısı, mutlu olmak isteyenlere nazaran yok denecek kadar az… Neden?
Prof. Elik: Günümüzden binlerce yıl önce yaşayan insanlar belki üzerlerinde bizim kadar güzel kıyafet olmadığı halde, bizim sâhip olduğumuz imkânlara sâhip olmadıkları halde, çok dar ve küçük imkânlarla daha mutluydular; bu kadar problemleri yoktu. Demek ki mutluluk dediğimiz olgu, insanın karnının tok, sırtının pek olmasından ibâret değil. Mutluluk sâdece refahta değil. Günümüz insanı bütün dikkatini refaha teksif etmiş vaziyettedir. Herkeste, karnımız tok, sırtımız pek olursa mutlu oluruz gibi bir kanaat var. Oysa bugün kişi başına düşen millî geliri 20.000 – 30.000 doları aşmış ülkelerde bile mutluluk var denemez.
İnsanın bâzı gerçekleri iyi tespit etmesi lâzım. Bütün dünya bizim olsa ve sâdece bir azı dişimiz ağrıyorsa mutlu değiliz, demektir. Bir Batılı araştırmacı diyor ki; dişi ağrıyan bir insana: ‘Senin için dünyanın en mühim olayı nedir?’ diye sorsanız, bir cihan savaşı çıkmış olsa bile der ki; şu dişimin ağrısıdır.
Mutluluk çok karmaşık, komplike bir olgudur. İnsanların sâdece elle tutulur, gözle görülür maddî bir potansiyele sâhip olması mutluluk için yeterli değildir. Buna mukabil, dünyanın en iyi, en ahlâklı insanı da şâyet karnı açsa, o da mutsuzdur. Sırtı çıplaksa o da mutsuzdur. Hâdiseleri karıştırmamak lâzımdır.
Hulâsa; refah insanın mutluluğu için şart, fakat yeterli değildir.
Çetinoğlu: Eksik olan nedir?
Prof. Elik: İnsan mutluluğu genellikle aklıyla arıyor. Bugünün insanı bütün önemli değerlere aklıyla ulaşmak istiyor. ‘Benim aklım var!’ diyor.
Çetinoğlu: Akıl küçümsenebilir mi?
Prof. Elik: Aklı küçümsemek gibi bir düşünce söz konusu değildir. Akıl, insanın en önemli vasfıdır, ama o da yeterli değildir.
Çetinoğlu: Ne ile tamamlanmalı?
Prof. Elik: Akıl; insanın sahip olduğu en büyük değerdir. Duyularımızın yaptığı yanlışlıkları akıl düzeltir. Sözgelimi, çölde giderken insan o susuz hâliyle serap görüp su zanneder, ama oraya gelince, onun su olmadığını, görme duyusunun yanıldığını anlar. Akıl bu hatayı düzeltir. Bu hâdise başına bir daha geldiğinde, akıl ona der ki; o su falan değil, sakın aldanma… Ve aldanmaz. Yani, akıl duyu organlarının üstündedir. Fakat aklın da bir sınırı vardır; bir sahası vardır. Dağlar delen, denizlerin altında tünel yapan akıl bir dakika sonra başına neler geleceğini bilmez. Aklı kendi sahasında bırakırsanız, mecrasına koyarsanız yapamayacağı iş yoktur. Kendi sahasının dışında kullanırsanız çaresiz kalır. Onun için, aklı yerli yerinde kullanmak lâzım.
Akıllı varlıklar olduğumuz için yüce Yaratıcıya şükrediyoruz. Ama akıl öyle farklı bir araçtır ki herkes onu istediği şekilde kullanır. Herkes; haklı-haksız, ileri-geri ‘Ben aptal mıyım? Bizim kafamız çalışmıyor mu? Benim aklım ermiyor mu?’ deyip durur… Hani derler ya, ‘Akılları pazara çıkarmışlar; herkes kendi aklını beğenmiş!’Hiç kimse vereceğini vermek için aklını kullanmaz, aklın işine gelmez. ‘Falanca yerde ziyafet var!’ denildiği zaman, herkes gelir de ‘Haydi şu işin ucundan tutalım!’ denildiği zaman, iş değişir; mazeretler sıralanmaya başlar. Kendimizi iyi tahlil etmemiz lâzım. Akıl; daha çok alacağı almakta, menfaati temin etmekte ve kazancı garanti etmekte kullanılır. Oysa insanoğlunun bir yerlerden bir şey alabilmesi için, bir yerlere bir şey vermesi lâzım. Biz buna hak ve vazife diyoruz. İşte, bu ‘veriş’i temin edecek fonksiyon akıl değildir. Akıl genelde vermek istemez, akıl almak ister.
İşte, Cenab-ı Hak insana bir akıl vermiştir ki kendisine sahip olsun, alacaklarını alsın, menfaatini iyi korusun. Bunun hemen yanında bir de iman / vicdan dediğimiz, akla hakemlik yapan, başkasının hakkını vermeyi gerektiren akıl üstü bir güçle nimetlendirmiştir.
İnsan, iman dediğimiz bu ilahî güçten soyutlanırsa, bir delinin eline silah verilmiş gibi olur. O delinin, o silahla ne yapacağı bilinmez. İmandan mahrum bir insan ‘akıllı’ olduğu nispette diğerlerinin başına problemler çıkarır.
Ülkemizde, nitelikli suçlarda müthiş bir artış olması tesadüf olabilir mi? Okuyup şunu yapacağım, bunu kazanacağım… filan diyenleri görüyoruz; hep mikro-plânlar, şahsî hesaplar. Oysa Cenab-ı Hak insanların şahsî mutluluklarını temin etmenin yanı sıra başkalarının da mutlu olmasını yâni mutluluğun da paylaşılmasını sağlayacak kurallar koymuştur.
Öte yandan, akıl dediğimiz kabiliyet; bilir, ama yaptırıcı değildir. Bir misal vereyim: Alkolün vücuda zararını en iyi bilenler okumuş yazmış insanlar, özellikle de doktorlardır. Ama alkolün zararını akıl yoluyla bilen insan mı içkiyi terk ediyor, yoksa onun dinen günah olduğuna inanan bir mümin mi ondan uzak duruyor?
Alkolün vücuda nasıl zarar verdiğini bilmeyen, karaciğer nerededir, ne işe yarar, bunu bilmeyen eğitimsiz bir insana ‘içki haramdır‘ dediğimiz zaman, durur orada. Ama bâzı doktorlar içkinin zararını bile bile, hem de kendileri hastalarına yasakladığı halde içmeye devam edebilir. Aklı onu dizginleyemez. O halde; akıl bilicidir, iman yaptırıcıdır; imanın yaptırım gücü vardır.
Başka bir örnek: Bugün, okuma-yazma seviyesi çok yüksek olan ülkelerde ‘sağlığınız için günde 5 defa elinizi yüzünüzü yıkayın‘ deseniz, bunun yararını bildiği halde yıkamaz; ama mikroptan, hijyenden haberi olmayan bir mümine ‘namaz için abdest şart‘ diyorsunuz. Günde 5 defa Erzurum’un soğuğunda elini-yüzünü, ayağını yıkıyor. Kış şartlarında donma tehlikesiyle karşı karşıya kalsa bile gerektiğinde gusül abdesti alıyor… Bu da gösteriyor ki imandan daha önemli bir yaptırım gücü yoktur.
İngiliz tabiat âlimi Edward O. Wilson’un ahlakî değerlerin, aşkın -yani, insan aklından üstün- bir yerde olduğunu söylemesi de bunu desteklemektedir. Demek ki akıl gerekli ve yararlı olan şeyleri yaptırmaya, dolayısıyla, mutluluğu sağlamaya yetmiyor. O halde, akıl mutluluk için şarttır, ama kâfi değildir; vahyin yardımına muhtaçtır. Vicdanı besleyen vahiy insana sâdece kendi çıkarlarını esas almamayı öğretir; vazifelerini hatırlatır. Vahye göre, insanlar birbirlerini sevmeli, saymalıdır. Günümüzde de insanlar; ‘sevelim, sevilelim‘ diyorlar. Bugün terörden, anarşiden, kavgadan, dövüşten şikâyeti olan herkes ‘sevelim‘ diyor. Ama neyi seveceğiz, kimi seveceğiz? İnsanoğlu kötüyü, murdarı, iğrenç bir şeyi sevmez. Ayağına batan dikeni sevmez. Ama gülü sever.
İslâm dini insanları nasıl birbirine sevdiriyor? Önce insanları gül hâline getiriyor; vazifelerini bildiriyor; başkasını kendine tercih edebilen ahlâklı, faziletli fertler yetiştiriyor. ‘Birbirinizi sevin.’ diyor.
İslâm dini, şiirlerde, şarkılarda inanmadan söylendiği gibi ‘birbirinizi seviniz‘ demekle yetinmez; görev verir: ‘Başkasını incitme.’ der. İncitirsen ne olur? Günah olur; âhirette bunun bedelini ödersin, der. Öyle ki, bir insana kötü gözle, asık suratla, çatık kaşla bakarsanız, din bunu bile günah sayar.
İnsana yakışan, ‘Ben aklımla maddî problemlerimi, imanımla da ahlakî ve mânevî problemlerimi çözeceğim‘ demektir. Bu da işin çok önemli bir başka boyutudur.
Mutluluk için insanın bütünlüğü, doğal fıtrî) özellikleri, ihtiyaç ve istekleri göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak yine de problemsiz, âsûde bir hayat beklentisi gerçekleşemez. Âsûde olam dersem gelme cihana… ya âkil olmasaydım ya cihana gelmeseydim…
Çetinoğlu: Aile büyükleri çocuklarına-torunlarına yeterli bilgi verebiliyorlar mı?
Prof. Elik: Çocuğumuza din adına ne öğretiyoruz bugün?
–Çocuğum say bakayım: İslâm’ın şartı kaç?
–Kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, zekât.
Bunu saydı mı, bitiyor! İslâm dediğimiz olgu 1-2-3-4-5 diye sayıya sığmaz ki…
Önce iman… Yani inanmak… Arkasından, ibâdet dediğimiz birtakım uygulamalarla eğitimden geçmek. Sözgelimi, muhteşem bir ibâdet olan namazı kılıyoruz, ama namaz; bildiğimiz birtakım hareketleri yapmaktan ibâret değil. Kur’ân-ı Kerim diyor ki; ‘Namaz kıl; çünkü namaz, hakkıyla kılındığı takdirde insanı yüz kızartıcı, gayr-ı meşru şeylerden alıkoyar.’ (Ankebut 29/45)
O halde, namazın, insanı bütün kötülüklerden alıkoyması lâzımdır. Namaz size günde 5 defa, iman gereği kabul ettiğiniz ilke ve görevleri hatırlatmaktadır.
Namaz kıldığı halde, namaz kılmıyormuşçasına davrananlara Cenab-ı Hakk’ın çok şiddetli bir uyarısı var. Namazı alışkanlık icabı ya da görsünler diye kılanlar Maun suresinde şöyle eleştiriliyor: ‘Namaz kıldıkları halde, yaptıkları bu ibadeti unutup kötülüklere devam edenlere yazıklar olsun!’
Kişiye ve topluma bu anlamda fayda sağlamayan bir namazın kişiye biraz tatmin duygusundan öte anlamı ne? Namaz bir seremoni ve ritüelden ibaret değildir. Namaz; içinde okunan ayetlerin/duaların ve hareketlerinin anlamını hayata taşımaktır.
Demek ki, reçeteyi doğru uygulamamız lâzım. Mesele imanın ve İslâm’ın şartlarını saymakla bitmiyor. ‘Haydi, bakayım evlâdım, imanın şartı 6, İslâm’ın şartı 5‘ diye söylemek yetmiyor. Mesele; kendimizi iman ve ibadet dediğimiz zihnî ve amelî bütüncül eğitim sürecinden geçirerek olgu ve olayları gerçek yönüyle idrak etme düzeyine yükseltmektir.
Bugün İslâm ile O’nun zamanla değişen, şahsî yorumları birbirine karışmıştır. İslâm deyince, bütün yollar Kur’an’a çıkmalı, her şeyimiz O’nun ruhuna uygun olmalıdır. Hz. Peygambere isnat edilen rivâyetler, Ashab anlayışımız, onların dindeki yeri, bunlardan sonra gelen nesillerin birtakım uygulamaları, itikadî ve fıkhî mezhepleşmeler; Mutezile, Cebriye, Ehl-i Sünnet… Bir sürü tartışma, bir sürü anlaşmazlık… Bütün bu ihtilâfların kiri-pası arasında dinin aslî mesajları adeta 2. plâna itilmiş!.. Bir defa bunun farkında olmak lâzım; bütün bu tortuları temizlemek lâzım. Bunu yaparken geçmişin tecrübesinden azamî derecede istifade ederek güncel meselelerin çözümüne odaklanmalı, bizden önceki toplumların hayat ve din algılarını kendi hayatımızda tekrar etmemeliyiz.