Diriliş’te Gece Aydınlığı

51

Taşradan arkadaşlar İstanbul’a gelince benden ilk ricaları genelde “Üstad’a gidelim” olur. Benim cevabım da “memnuniyetle” biçimindedir. Böyle bir ayrıcalığı hiç kaçırır mıyım? 83 yaşındaki ağabeyim Üstad Sezai Karakoç’u okumak, dinlemek, algılamak bir yana görmek ve sohbetine katılmak da benim için bir imtiyaz oluyor.

Şehir Hastaneleri kurulurken şehirlerimizi yaşanmaz hale getiren bir uygulama yapılıyor. Keşke şehir hastaneleri gibi yaşanabilir şehirler de kurulsa yahut mevcutları yaşanabilir hale getirseler. Bunu şunun için belirtiyorum, benim Kadıköy Şerifali’den kalkıp üstada Sezai Karakoç’a Fındıkzade’ye gitmem birkaç saat almasından öte en az üç vasıta değiştirmem de gerekiyor. Araçlar tıklım tıklım. İğneyi atsanız yere düşmüyor. İnsanca bir seyahat etmek mümkün değil. Bu seyahati de dolayısıyla her ay en fazla bir defa deniyorum. “Otomobilin yok mu?” diye serzenişlere de “iyi ki öyle bir lüksüm olmadı, hem trafik yoğunluğu, hem park yeri sorunu ondan da beter” diyorum.

 

Üstad Hasta Ama Konuklarını Yalnız Bırakmıyor. Geliyor

Cağaloğlu’nda buluştuk Aile ve Sosyal Sorumluluk Bakanlığı Kilis İl Müdürü Mahmut Kaçarlar, İstanbul Sultanahmet’teki Tapu Dairesinde idareci arkadaşlarımızdan Muhammet İkbal ve Çevre Mühendisi Oğuz Deniz ile. TYB’de çay içtik, simit yedik. Hep birlikte Sezai Karakoç’a gideceğiz. Üstad’ı aradık önce. Girip olmuş Fındıkzade’deki evinde istirahat ediyormuş. “Ta kalkıp Kilis’ten gelmişsin Mahmut, sonra yanında arkadaşımız Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’de var. Ben mutlaka geleceğim.” diyor Mahmut Kaçarlar’a. Bütün ısrarlara rağmen”Efendim gelmeyin, biz daha müsait bir gününüzde de geliriz” dense de  Üstad Karakoç “gelir sizi görür, biraz muhabbet ederiz” diye ısrar ediyor.  O zaman randevuyu biraz geç saate aldık. Her zaman en geç 17.00’den sonra yazıhanesine giden Sezai Karakoç, bu defa 20.30’da randevu verdi. Telefonda sesi hiç iyi gelmiyordu. Keşke istirahat etse üstad.  Zaten evinde yalnız yaşadığından çoğu işi kendisi yapıyor. Şimdi bugün de ekstradan kalkıp tıraş olacak, giyinecek, kravatını takacak bir yığın fazladan iş. Ama Üstad gelmeye kat’i kararlı. Biz de hazırlığımızı yaptık. Sonra ver elini yıllarca gidip geldiğim Molla Gürani Caddesi.

Diriliş Yayınları ve Gazetesinin ışıkları yanmıyordu. İçerde kimse yoktu. Sonra Üstad aradı “Geliyorum, siz Fındıkzade meydanındaki simitçide bir şeyler atıştırın ben o zamana kadar gelirim.” Öyle yaptık. Zaten bir Diriliş gönüllüsü söz konusu simitçide oturmuştu. Hemen yanına çömeldik. Çaylarımızı yeniledik. Üstad Sezai Karakoç’un hala sağlık durumu gelmesine müsait değil ama taşradan gelen konuklarına gösterdiği olağanüstü nezaket her şeyin fevkinde.

Üstad Sezai Karakoç kirada falan değil, kitap gelirleriyle özellikle de şiiriyle ev sahibi olmuştu. Ev ile yazıhane arası çok da yakın. Ancak üstadı bir arkadaşımız aracıyla giderek alıp gelmek durumunda kaldı. Grip bayağı etkilemiş demek.

 

Taşranın Mutfak Kültürü Üzerine Sohbet

Diriliş’in az sayıdaki merdivenlerini Trabzonları tutarak çıktı Üstad. Yorgun görünüyordu. Peşine düştük. Bunda biraz da gidip gelen ziyaretçilerin etkisi vardı. Daha çok da öğrencileriyle birlikte ziyarete gelen öğretmenlerin ve okulların yorgunluğu olduğu yorumu yaptık.  Üstada gelen ziyaretçilerin zamansız ve yersiz sorularının da bu gelişmede dahli olduğuna dikkat çekti arkadaşlarımız. Dolayısıyla Üstad artık yazıhanesine çok daha geç saatlerde gelmeye başlamış.

Sonra Diriliş Yazıhanesine girdik hep birlikte. Bir Diriliş gönüllüsü ve çalışanı Ahmet Bey de geldi. Çay koydular ocağa. Oğuz Deniz’e Mahmut Kaçarlar tembihlemiş, kendisi de gönüllü bu işe, arzu ediyor. Akıllı telefonu ile konuşur gibi yaparak Üstadın bir kaç resmini çekecek.  Programladığı gibi de gerçekleştiriyor. Mahmut Kaçarlar Kilis’ten getirdiği Nezih Şekerlemenin üstad için hazırladığı özel badem şekeri kutusunu masaya bıraktı. Ben Kilis ceviz sucuğunu veriyorum” Kilis’teki Diriliş okuyucuları gönderdi” diyerekten. Üstad  paketleri açarak herkesi buyur etti. İlk sohbet ceviz sucuğundan açıldı.

-Ceviz sucuğunu Diyarbakır ve Elazığ’da da yaparlar. Çocukluğumdan hatırlıyorum. Her evde hemen hemen kışın yenmek üzere ceviz sucuğu, muska, kesme gibi üzüm şiresinden yapılan ürünler yapılır. Ceviz sucuğu için ceviz içi bütün olarak çıkarılır. İki yarım parçaya ayrılır. Bunların nemli kalması gerekir. Sonra iplere diziler. En sonunda da askıya alınır. Üzüm sularından elde edilen şireler kaynatılır. Kaynayan bu şirelere ise askıdaki ceviz sucukları batırılıp çıkarılır ve nihayet kurumaya bırakılır.

Üstad hatırlattı bütün bunları. Ben ceviz sucuğundan maada fıstık içi ve badem sucukları da yapıldığını hatırlatırken, Mahmut Kaçarlar da artık sucukların sanayicilerce de üretildiğini, ancak Kilis’ten getirilen ceviz sucuklarının el ve ev yapması olduğunu, özel üretildiğini söyledi. Bastık da aynı kategorideydi. Şire suyundan yapılıyordu. Kesmeyi unutmuştuk fakat, yeniden canlandı gözümüzde. Daha farklı bir muamelesi vardı kesmenin; içinde ceviz vardı yine, ayrıca tarçın ve karanfilde  konurdu.

 

Gül’den Sonra Erdoğan da mı Gelecek?

-Üstad Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın sizi ziyaret ettiği veya etmek istediğini duyduk. Ne derece doğru?

Sezai Karakoç beklenen tepkiyi vermedi. Demek daha önce de sorulmuş bu sual.

Ben bu bilgiyi geçenlerde İstanbul’a gelen Prof. Dr. Ahmet Bilgin’den aldığımı da sorulunca anlattım; “Öyle ki siz böyle bir şey olduğunda kalabalıkların buraya gelebileceğini, ancak yerinizin müsait olmadığını hatırlatmışsınız. Onlar da yeri ve güvenliği sadece tarafların bileceğini, böyle bir sorunla karşılaşılmayacağını söylemişler!”

Sezai Karakoç tebessüm etti. Önce Diriliş gönüllüsü Ahmet Bey söze girdi;

-Efendim, Cumhurbaşkanımıza ulaşmak isteyenler bu konuyu istismar ediyorlar. Böyle bir şey yok esasında. Temenniden ibaret bir yakıştırma.

Üstad ise “Cumhurbaşkanı Nuri Pakdil’e gitti, ödül verdi. Bazıları denge olsun diye böyle şeyler söylüyorlar. Hani ben de ödülü almaya gitmedim diye böyle bir yakıştırma uydurmuşlar.” dedi.

-Üstad inandırıcılığı fazla ama, daha önce buraya Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gelmişti?

-Doğru gelmişti.. Sultanahmet’te cumayı kıldıktan sonra buraya teşrif ettiler.   Duyan da Diriliş yazıhanesine gelmeye başladı. Cumhurbaşkanını görenlerin her birinin bir talebi oluyor. Abdullah Gül Bey daha merdivenlerden çıkıyordu ki bizim üst kattaki komşu hanım gelerek aylardır işsiz gezen oğluna hemen iş istedi.

-Evet insanlar böyle!

-Biz böyle şeylerle uğraşamayız. Zamanımız da yok, imkanımız da.

 

Sistemi Yürütemeyen Yöneticiler

Üstadın canı böyle gelişmelere çok sıkılıyor. Konu yeni anayasa referandumuna geldi. Referandumdan ne çıkar, ne çıkmaz? Sezai Karakoç acı acı tebessüm etti bu defa;

-Sürücü arabasını bahane ediyor, eğer Fort bir araba sürüyorsa, “fort araçlar hep böyle” diye şikayete başlıyor. Mercedes arabaya biniyor sürücüsü, yine gerektiği gibi kullanamayınca “Bu otomobiller de artık sık sık arıza yapmaya başladı..bunda da iş yok, yenisini değil, değişik markasını almak gerekecek” diyerek bu defa BMW otomobiline biniyor. Bu arabayı da sürmeyi beceremeyince serzenişler başlıyor. Esasında arabada sorun yok, sürücü kullanamıyor. Bizde böyle hep; şikayeti sistemde buluyoruz.

-Nasıl yani?

-Önce sistem padişahlık idi. Osmanlı döneminde padişahlık ile beraber Avrupa’da da krallık vardı. Onlar krallıklarını korudu ve hala devam ettiriyorlar. Osmanlı padişahlığı koruyup sürdüremedi. Herkes formül üretmeye başladı. Aydınlar önce “tanzimat” dedi. O da olmadı bu defa “meşrutiyet” dediler. Onu da beceremediler, olmadı, arayışlar sonrası”cumhuriyet”e sıra geldi. Bundan da bir müddet sonra şikayetler başladı. Dünyadaki sistemler parlamenter demokrasi, başkanlık ve yarı başkanlıktır. Bize gelince önce Türk tipi başkanlık diye anlatıldı, sonra cumhurbaşkanlığı sistemi dendi. Sistemi yürütemiyor yöneticiler adı ne olursa olsun.

-Yakın tarihimizde, örnekleri var bunların.

-Yakın tarihimizde aydınlarımızın hepsinin niyeti hasta padişahtan ülkeyi kurtarmaktı. İttihatçılar bunu istiyorlardı. Sistem kalacaktı. Ancak netice ne oldu hepimiz gördük. Cihan devleti parçalandı. Suç hep sistemde aranıyor, otomobilin sürücüsünde aranmıyor. Her defasında otomobil duvara çarpıyor, araba değiştiriliyor.

 

Mehmet Akif ve Gök Sultan

-Üstad İttihat Terakki’ye bakıldığında bugün bile saygınlığını koruyan bazı aydınlarımız bu kuruluşa girmişler.

-Doğru Mehmet Akif Ersoy ve Bediüzzaman Sait Nursi öyle.

-Şimdi yeni bir moda başladı..2. Sultan Abdülhamid’i göklere çıkarıp, Mehmet Akif’i acımasızca eleştirmek!. Nasıl İstibdat şiirini yazar diye. Hatta Mehmet Akif’in olmadığı halde bazı şiirler aruza ve Akif’e uygulanarak çirkinlikler yapılıyor. Okuyanalar da onu Mehmet Akif’in sanıyor.

Üstad önce söz konusu çirkinliğe şaştı. Ben hatırlattım;

-Mehmet Akif adına Noel ve yılbaşı şiiri yazmışlar, sosyal medyada paylaşıyorlar. Burada da Akif’in doğrusunun arkasına sığınıyorlar. Akif ile yakından uzaktan alakası yok dizelerin. Size de yapıyorlar, sizin adınızın arkasına sığınarak kendilerini öne çıkarıyorlar.

-Mehmet Akif olsun, Bediüzzaman olsun o yıllarda çok genç aydınlardı. Keşke İttihat ve Terakkiye girmeselerdi. Yanlış oldu. Ancak niyetleri iyi. “Acaba bir kurutluş olabilir mi?” diye düşünüyorlardı. Ama olmadı.

Gençlik hatırlanınca Sezai Karakoç Genç Necip Fazıl Kısakürek’i hatırlattı.

 

üç entelektüel

-Biri yazı kaleme aldım. Yahya Kemal(1884-1958), Mehmet Akif (1873-1936) ve Necip Fazıl(1904-1983). Yazı büyük alaka gördü. Necip Fazıl aradı, söz konusu yazıdan bir tane değil iki tane birden istedi.

-Neden?

-Bu üç şairimiz birbirini tamamlayan aydınlarımızdı. Ancak Yahya Kemal ve Mehmet Akif, Necip Fazıl’a göre daha olgun bir dönemlerini yaşıyorlardı. Gençlerdi.

Gerçekten öyleydi. Necip Fazıl doğduğunda Yahya Kemal 20, Mehmet Akif 31 yaşındaydı. Şair olarak her ikisi de toplumda ve sanat çevrelerinde kabul görmüştü. Necip Fazıl şiire başladığında ise diğer iki sanatçımız gerçekten sanatlarının üst merdivenlerine doğru çıkmayı sürdürüyorlardı.

 

Saatin nasıl ilerlediğini hiç fark etmiyorduk sohbet sırasında. Ancak son vapur, otobüs ve dolmuşu kaçırmak ciddi bir sorundu ve önemli bir zaman kaybını gerektiriyordu. 22.30’da Marmaray’a doğru vedalaşarak yürümeye başladık.

 

Sezai Karakoç yaşayan en büyük şairimizdi. Gönül coğrafyamızın da müstesna bir düşünürüydü. Sağlığı yerinde olsaydı da badem şekerli, ceviz sucuklu, çaylı; kültür, edebiyat, sanat ve medeniyet hareketi sohbetimiz  devam etseydi. Varsın Marmaray, vapur, otobüs ve dolmuş kaçsaydı, nasılsa metrobüsler sabaha kadar çalışıyor ve havalar da yeteri kadar düzeldi. Mart sonu İstanbul hep böyledir. Laleler ve mimozalar baharın geldiğini haber verir.