Giriş: Edebiyat, tarihin ilk çağlarından beri; müzik, resim, mimarlık ve heykeltıraşlıkla birlikte beş temel güzel sanat dalından biri olarak tasnif edilmiştir. Bunlar içinde ifade imkânı ve etki alanı en geniş olanıdır. Beşeri sanatların en yükseği sayılır.
Edebiyat kavramı, günümüzde kullanılan şekli ile ilk defa, 1826-1871 yılları arasında yaşayan ve döneminin önemli fikir adamlarından biri olan şair ve yazar (İbrahim) Şinâsi tarafından kullanılmıştır.
Edebiyat kelimesi, Arapça ‘edeb‘ kelimesinden türetilmiştir. Günümüz Türkçesinde de kullanılan edep kelimesi; ‘halk arasında genel kabul görmüş en iyi ahlak, toplumun töresine uygun davranış‘ anlamında, Türkçeleşmiş ve hatta Türkleşmiş bir kelimedir. Türkleşmiştir, çünkü ‘edep’ kelimesinin, aslına zenginlik ve derinlik katan türevleri yalnızca Türkçemizde vardır.
Edebiyat, edep kavramını işleyen, tanıtan ve geliştiren bir sanat olmalıdır. Buna aykırı bir ürün, aslına ihanet, aslını inkâr olur.
Bu anlamda edebî eserler veren, edebiyatın; şiir, roman, hikâye, senaryo, hâtırat… gibi değişik alanlarında velût bir kalem olan Ahmet Mâhir Pekşen ile edebiyat deryasında kısa bir gezinti yaptık.
Edebiyat, ‘okunmak’ içindir.
İyi okumalar… |
Oğuz Çetinoğlu: Öğrenciler ders kitaplarının dışındaki kitaplarla ilgilenmiyorlar. Yetişkinlerin şiir, hikâye, roman ve fikrî kitaplarla ilişkisi kalmadı.
Okumuyoruz.
Babalar çocuklarına sözlü edebiyatımızdan destanlar anlatmıyorlar.
Anneler yavrularına masal kitabı okumuyorlar.
Artık gazete – mecmua okuru da yok. Gazete – Mecmua bakarı var. İlköğretim dönemindeki çocuklara şiir ezberleten hocalar azaldı.
Tablo bu kadar karanlık olmayabilir. Fakat çok da aydınlık değil.
Sizin belirlemelerinizi alabilir miyim?
Ahmet Mahir Pekşen: Bu sorunuza cevap verirken kelimeleri tartmam gerektiğini düşünüyor ve benim hakkımdaki bir tespitinizi tebessümle hatırlıyorum.
Hani bir sohbetimi dinlemiş ve demiştiniz ki; ‘Sanki elinizde kelimeleri tarttığınız bir âlet var ve siz bu âleti kullanarak ölçülmüş biçilmiş gibi söz söylüyor, kelimeleri tam yerinde kullanıyorsunuz. İyi bir yazar olmanızın yanı sıra iyi bir hatip olduğunuzu da görmüş olduk.’
Bu sözünüz benim için bir mihenk taşı olmanın ötesinde şevk olmuş, azim olmuştur. Öncelikle bu güzel tespitiniz için teşekkür ediyorum.
Aslında bu tespitinizi bir fırsatını bulmuşken yazmış değilim. Sorunuzla da yakından ilgili. İlk defa bir soru karşısında elimde bir ölçü aleti olsa da kelimeleri ölçebilsem, kırmayacakları seçebilsem…
Ama sorunuzu cevaplarken bazılarının kırılacağını şimdiden tahmin ediyorum. Gerçekler kırıcı olsa da söylenmelidir.
Öğretmenevi müdürü bir arkadaş, yeni çıkmış bir kitabımı lokalde oyun oynayan, taş düzen, okey taşında zamanını tüketen öğretmenlere almaları için teklif etmiş. Bir teki bile almamış. Ve bir öğretmen demiş ki;
‘25 Senelik meslek hayatımda tek bir kitap almadım. Hatta gazete bile satın almadım.’
Buna benzer çok şey söylenmiş. Bu sözü sarfeden bir öğretmen, bir baba, bir öğrenci velisi. İyi kötü bir yüksek okul bitirmiş, okumuş yazmış, bir başka ifadeyle mürekkep yalamış bir zat.
Kitap okumamaları ile ilgili iki mazeretin arkasına sığınırlar.
Zamanları yoktur.
Bütçeleri sınırlıdır.
Oysaki zamanları okey taşı dizmek ya da televizyon dizileri için saatler ayıracak kadar boldur. Ve bütçeleri en pahalı sigaralardan günde iki paket içince bile sarsılmayacak kadar güçlüdür.
Tabii bütün öğretmenleri suçlamamız doğru olmaz. Ama topluma önder ve örnek olması gereken bu mesleğin mensuplarından bir tekinin bile böyle olabilmesi düşündürücüdür.
Sirkeci’den Harem’e giden vapurda gazete okuyanları değil, gazetenin fotoğraflarına bakanları görmemiz mümkün.
Bir hatıramı anlatmak istiyorum.
Gemiden inmiş kalabalığın aktığı tarafa doğru yürüyorum. Birden gemilerin sirenleri çalmaya başladı. Herkes birbirine soruyordu bu sirenlerin durup dururken nereden çıktığını.
O sırada bana yakın olarak yürüyen ve fikrî bir altyapısının olduğu her halinden belli olan yaşlı bir beyefendi dert yanmaya başladı:
‘Beyefendi, otuz kırk yıl kadar önce bu vapurdan inenlerin koltuklarının altında gazete, çantalarında kitap bulunurdu. Şimdi bu özelliğimizi kirli bir gömlek gibi çıkarıp attık. Eğer şu vapurdan inenler gazeteler bakmak yerine okumuş olsalardı bu günün kabotaj bayramı olduğunu ve sirenlerin de bunun için çalındığını bileceklerdi.’
İşte yüzde yüz doğru bir tespit. Ürkütücü gerçek.
Size bir hatıramı daha anlatayım.
Sivas’ın bir televizyonu tarafından, ‘İlçeler Yarışıyor‘ isimli bir yarışma düzenlemiş. Bu kardeşinizi de jüri üyesi olarak düşünmüşler. Yemek yarışması da bu programın bölümlerinden birisi… Yemeği anlatan belki de okuması yazması çok kıt olan yaşlı teyze, sunum esnasında,
‘Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.’
Beyitini okudu. Hayret ettim.
‘Yazarını biliyor musunuz?’ diye sordum.
Yaşlı teyze beni oldukça şaşırttı ve yalnız yazarın adını söylemekle kalmadı;
‘Tabii. Yazarı Faruk Nafiz Çamlıbel. Han Duvarları şiiri.’
Bu beyiti okuyarak üniversite öğrencilerimize şiirin adını ve şairini sorsak, yüzde sekseninden doğru cevap alamayacağımızı sanıyorum.
Seksen yaşındaki kayınpederim ilkokul üçüncü sınıftan sonrasını okuyamamış. Ama hafızasında en az on şairden yüzden fazla şiir vardır.
Ve rahmetli annem; yaşadığımız her olayla ilgili bir atasözü, bir mani, bir vecize söyleme kabiliyetini haizdi. Ondan dinlediğim hikâyelerin, masalların ve manilerin sayısını hatırlayamıyorum. Ve annem okuryazar değildi. Kelimeleri tam yerinde kullanırdı. Bu gün onun kadar güzel konuşabilen, anlatacağını ifade için en güzel kelimeleri seçen genç göremiyorum.
Netice itibariyle tablo belki sizin tahmin ettiğinizden de karanlık.
Çetinoğlu: Anaokulundan üniversiteye okumanın önemi ve yararları vurgulansa, başka türlü bir tablo oluşabilir mi?
Pekşen: Okumanın önemini vurgulamak doğru bir metot mudur bilemiyorum. Çocuklar veya gençler vurgulamayı nasihat gibi alır ve uzak dururlar. Sevdirmenin başka yollarını bulmak gerek. Biz de okumamanın temel sebeplerinden biri zaten okullar. Dolayısıyla öğretmenler.
Biz de dersi sevdirmek diye bir gayret az. Talebelere hedef gösterilemiyor. Onların bir hedefi var ve bu da geçer not almakla tarif edilebilir.
Bunun için edebiyat fakültesine giden öğrenci hikâye yazamıyor. Şiirde ben de varım diyemiyor. Romana teşebbüs etmekten dahi kaçınıyor.
Bu küçümsenecek bir problem değil. İstenmeden bitirilen fakültelerden çıkan gençler mesleklerini icra etmiyor. Üniversitelerin sıraları boşuna eskitiliyor. Edebiyat fakültesini bitiren yazar olamıyor. İktisatçı soyunuyor şiire romana. Ziraat mühendisi sınıf öğretmeni olmaya can atıyor.
Çetinoğlu: Uygun görürseniz, ilk uygulamayı biz yapalım: Okumanın önemini, yararlarını ve insana kazandıracaklarını anlatır mısınız?
Pekşen: Lise edebiyat kitaplarımızda hendese bilen kadı ile hendese bilmeyen kadı diye bir metin vardı.
Konu şu; kenarlarının uzunluğu 25 metre olan kare şeklindeki iki arsa ile yine bir kenarının uzunluğu 50 metre olan kare şeklinde bir arsa alan bakımından birbirine eşit midir?
Hendese bilmeyen kadı eşittir hükmünü veriyor. Hendese bilen kadı ise kenarlarının uzunluğu elli metre olan tek arsanın çok daha büyük olduğunu söylüyor.
Bilgi her zaman için güçtür. Kuvvettir. Bilgili insan üstündür.
Çetinoğlu: Bir de okumayan insanın uğrayacağı kayıplardan söz eder misiniz?
Pekşen: Bir tarihî olay anlatmak isterim.
1967 yılının Haziran ayında, tarihe 6 Gün Savaşları olarak geçen Arap-İsrail Savaşları başlar. İsrail 2.500.000 milyon nüfusu ile Mısır, Suriye, Ürdün, Cezayir, Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus ve Fas ittifakına rağmen mutlak bir üstünlük sağlar. Ülke sınırlarını dört kat artırır.
O sırada İsrail Devlet Adamlarından Moşe Dayan bir açıklamada bulunur ve bu açıklama gazetelere geçer.
Moşe Dayan’ın muhalifleri derler ki;
‘Keşke böyle bir açıklama yapmasaydınız. Bu açıklamayı Araplar duyarsa işimiz güçleşir.’
İsrail’li general Moşe Dayan’ın cevabı ilginçtir;
‘Üzülmeyin. Araplar asla okumazlar.’
İşte okuyan İsrail’in o küçük nüfusuna rağmen okumayan Arap ittifakı karşısındaki müthiş üstünlüğü.
İbret almak için yetmez mi?
Çetinoğlu: Klasik bir soru: ‘Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi’?
Pekşen: Bu klasik soruya farklı bir açıdan bakmak isterim.
Bu sorunun cevabını vermek için, çok gezen adamın okumuş biri olup olmadığını da bilmek gerekir.
Şuurlu gezme ile başıboş gezme arasında dağlar kadar fark vardır.
Çok gezen adam aynı zaman da okuyan biri ise seyahati daha bir anlamlı olur. Okuma teorikte kalmaz geziyle pratiğe dönüşür.
Onun için gezerken okuyanlar çok bilir.
Bir gerçek daha var ki; hem gezmeyen hem de okumayan biri kadar cahil kimseye az rastlanır.
Bir güzel örnek vermek istiyorum.
Bir zamanlar köyün birinde arı kovanları yüzünden kavgalar çıkarmış. Bahçe sahipleri, arı sahiplerine, ‘Sizin arıların bizim çiçekleri yiyor, bitiriyor.’ Diye kızarlarmış.
Bu köyde ikamet edenlerden biri, Kanada’daki bir yakınını ziyarete gitmiş. Orada bahçelerde arı kovanları görmüş.
‘Yandaki bahçe sahipleri, kovanların yakınlarına konmasını nasıl karşılıyor?’ diye sormuş.
Aldığı cevap beklediği cevapla taban tabana zıt olmuş;
‘Bahçe sahipleri arı sahiplerine teşekkür ediyor. Çünkü arıların konduğu, tozlaşmayla gerçekleşen döllenmenin daha kaliteli meyveler üretilmesine vesile olduğunu çok iyi biliyorlar.’
İşte gezme ile edinilen ve aslında okuma ile de elde edilebilecek bir bilgi. Ama hem gezmiyor hem de okumuyorsanız ‘arılar çiçeklerimizi yiyor‘ diyen köylülerin cahilliğiyle birbirinizi yer durursunuz.
Çetinoğlu: Devrimci olmadan yenilikçi, fanatik olmadan vatan ve millet sevgisi ile dopdolu olmak, bağnaz olmadan iyi bir Müslüman, tabuları olmadan muhafazakâr, küresel kültür bağımlısı olmadan aydınlıklar yolcusu olmak için gerekli fikrî yapıya nasıl sahip olunabilir?
Pekşen: Okuyarak tabii ki…
Ne olarak okuyunca;
Eskinin güzeli ile yeninin mükemmelini arkadaş yapacağız.
İlla Kendi vatanımızı ve milletimizi sevmenin gereğinin illa birilerine düşman olmaktan geçmediğini kavrayacağız.
Hele hele iyi bir Müslüman olmanın yolunun, dışımızda kalan herkesi düşman görmekten geçmediğini kabul edeceğiz. Peygamber Efendimizin, Yahudi ve Hıristiyanlarla olan komşuluk ilişkilerini ve yaptığı ittifakları çok iyi irdeleyeceğiz. Ve en önemlisi İslam’la terörün ve İslam’la bağnazlığın asla yan yana düşünülemeyeceğini anlayacağız.
Bunlar hep okuyarak olacak. Global ve küresel dünyada, diğer din ve millet mensuplarıyla bu gün dünden de çok iç içe yaşamak mecburiyetindeyiz. Bizim insanımız ABD’de ve AB ülkelerinde iş kuracaklar. Biz de o devletlerin Türkiye’de iş kurmalarına sıcak bakacağız. Bizim buzdolaplarımız Avrupa insanının yiyeceklerini muhafaza ederken biz de onların arabalarına bineceğiz.
Bizim bisküvimizi, domatesimizi, fındığımızı onlar alırken, biz de onların kivisine hayır demeyeceğiz.
Belki de okuma sâyesinde bağnazlıktan, fanatiklikten kurtulacak, aydınlık barış ufuklarına ulaşacağız.
Çetinoğlu: Şairsiniz. Şiirin tarifini yapar mısınız?
Pekşen: Tarih içinde şiirin tarifini her şair kendine göre yapmıştır. Ben de kendime göre yapacağım. Bu tarif ise dün yaptığım tariften farklı olacak. Ve belki yarın şiirin farklı bir yönünü daha görecek, daha farklı kelimelerle anlatacağım.
Şiir; bir duyguyu, düşünceyi, bir davayı vezin ve kafiye ölçüleri içinde, vezin ve kafiyeden taviz vermemek için manayı, manadan taviz vermemek için de vezin ve kafiyeyi bozmadan, güzel, etkili, göze, kulağa ve hepsinden önemlisi gönle hoş gelecek bir şekilde anlatma sanatıdır.
Daha nedir ki şiir? Ne değildir ki?
Fikri güzel anlatma sanatıdır. Zikri güzel anlatma sanatıdır. Daha hoş bir ifâdeyle güzeli güzel anlatma sanatıdır.
Şiir; harften temellerle, kelimeden taşlar, cümleden kapı pencerelerle yapılan, vezinle badana, kafiyeyle tefriş edilen mâna evidir.
Şiir; kelimelerin kafiye bestesiyle ve vezin ritmiyle oluşan bir musiki içinde raksedişidir.
Bu tarifi yaptıktan ve sonrasında gözden geçirdiğimde, serbest şiire gönül verenlerin bana kırılacağını düşündüm. Tarifim vezin ve kafiyesiz şiirin yanından geçmiyor. Bazı şairlerin hece vezni ile yazanları parmak şairi olarak nitelediğini gördüm. Her satırda belirli sayıda hece bulundurabilmek için parmakla sayan şairler de olabilir ama bu işin ustaları için buna gerek yoktur. Tek hece fazlası veya eksiği usta şairlerin kulağına bu hatâyı fısıldamaz, haykırır.
Serbest şiiri sevenleri de saygıyla karşılıyorum.
Serbest şiirin harika olanları da var tabii ki. Bu tür şiirlerde kafiyeyle ve vezinle izah edilmeyecek bir ahengin varlığını görüyoruz. Ama benim gönlümde Yunus’un, Necip Fâzıl’ın ve Yahya Kemal’in kullandığı hece ve kafiye düzeni yatmaktadır. Şiir Han Duvarları gibi olmalıdır. Çanakkale Destanı veya Sakarya gibi.
Çetinoğlu: Hikâye ve roman da yazıyorsunuz. Okunan, aranan bir yazar olabilmek için, bir yazarın kalem ürünlerinde kullanacağı dilin özellikleri nelerdir?
Pekşen: Yayınevleri artık didaktik, yani nasihat vermeye yönelik eserler basmak istemiyor. Özellikle gençlerin, kendilerini küçümseyen, güdülmesi gereken koyun gibi gören kalemleri tercih etmediği söyleniyor.
Dil mutlaka akıcı olacak ama bu akıcılık asla basitliğe bulaşmayacak. Halk tarafından anlaşılacak ama basit intibaını vermeyecek. Benzetmelerle, halk bilimi motifleriyle, tarihi değerlerle, örf, adet ve geleneklerle desteklenecek.
Farklı olacak.
Okuyucu yazdığınızı romanın ilk iki sayfasını okuduktan sonra sonunu tahmin edebiliyorsa başarılı olmadığınızı kabul etmek mecburiyetindesiniz.
Okuyucu sizin bir romanınızı veya hikâyenizi okurken son sayfayı bitirdiğinde;
‘Okuduğuma değdi. Böyle biteceğini hiç tahmin etmemiştim.’ diye düşünmeli ve bu son onların zihninde senelerce örtülmeyecek bir iz bırakmalı.
Yazar ortaya koyduğu eseri acımasızca tenkit edecek.
‘Bu eserimi okuyucu niçin okusun?’ sorusunu kendisine sık sık soracak.
Bu niçinleri sıraladığında şöyle en az sekiz o maddelik bir metin ortaya çıkabiliyorsa en azından vicdanını rahatlatabilir.
Vicdanının rahatlaması çok önemlidir.
Çünkü güzelliğine ve dolayısıyla kalitesine inanmadığınız bir eseri okuyucunun önüne koymak size kul hakkı bile yükleyebilir. Çünkü siz onların en değerli varlığını, ömürlerinin bir kısmı olan belirli bir süreyi çalmış oluyorsunuz.
Çetinoğlu: Fikrî üretkenliği yüksek, muhayyilesi geniş bir insansınız. Son sorum; farklı, konu dışı ve özel bir soru olacak: Kibrit çöpü olsanız, kendinizi ne için yakmak isterdiniz? Niçin?
Pekşen: Cenab-ı Allah’ı en mükemmel şekilde anlamak için yanmak isterdim. Yandığımda çıkacak ışıkla Allah’a ait gerçekleri görmeyi yine aynı ışıkta bunu bütün kâinata en net bir şekilde göstermeyi isterdim.
Kökümü Arıyorum
AHMET MÂHİR PEKŞEN
Şuursuzca koşuyor, boşluğa varıyorum,
Dünümü anlatacak tarihi arıyorum.
Ceddim, soyum, atam kim? Yetim ve öksüz müyüm?
Gövdem ve dallarım var acaba köksüz müyüm?
Arzın ta merkezine uzanacak kök bende,
Başı, sonu olmayan zaman bende, gök bende.
Ak mazimin üstünde kara perde var, hayret!
Dünü unutmam için büyük çaba ve gayret.
Malazgirtlerde akan al kanı görüyorum.
Plevne’de kılıcı, kalkanı görüyorum.
Tarihi sayfa safya yeniden tarıyorum,
Benden ayırdıkları kökümü arıyorum.
Yıllarca hep boş atıp, hedefi tutturdular,
Yıllarca gerçek diye yalanı yutturdular.
Bundan daha da adi bir yol izlenemezdi,
Amma gerçek sonsuza kadar gizlenemezdi.
Yalanı yaldızlayıp, ‘tarih var ya!’ dediler.
Bir bardak su gösterip, ‘işte derya’ dediler.
Gerçeği tam tersine çevirmeyin ayıptır,
Dünleri olmayanın, yarınları kayıptır.
Gerçek tarih çıkınca, düzme tarih sinecek,
Dününden utanandan, yarınlar tiksinecek.
Şerefli dünüm için yaptın şerefsiz yorum.
Yalan tarih üstüne çift çizgi çekiyorum.
Maket gemiler ile övünmeyi bırakın,
Karadan yürütülen donanmalara bakın.
Mâzin bir defineydi, çevirdin, attın, ittin,
Efendilik dururken, köle olmaya gittin.
Ben bir ruh, ben bir duygu, bir iman arıyorum,
Her gençte bir süleyman, bir sinan arıyorum.
Aradığım o ruh ki; gövdemi yoğuracak,
Aradığım o kök ki; yarını doğuracak.
Ben bir kök arıyorum, ucu Adem’e varan,
Ben bir kök arıyorum mermeri bile yaran.
‘Şempanzeden gelmişim’ diyene sözüm yoktur.
Maymuna özenene, çok söze lüzum yoktur.
Dinim, ‘Ceddin Adem’dir’ diyorsa, doğru budur,
Sen büyük sahtekârsın, Darwin kudur be kudur.
Yıllardır görüyoruz, kurt olmuş mudur ayı?
Bırak çaresiz ilim, bırak bu palavrayı.
Desteksiz ve mesnetsiz saldırıyorlar dine,
‘Biz insanız sen maymun kal’ diyoruz darwin’e.
Her sayfa tarihime bin bir yalan katılmış,
Hakikatin üzeri koyu zift kapatılmış.
Benim ceddim ne hain, ne korkak, ne satılmış.
Onların ak alnına ne çamurlar atılmış.
Güçlü bir gövde ancak, güçlü köke bağlanır.
Dünü inkâr edenin yarınına ağlanır.
Bize lanet etmez mi şehidimiz, gazimiz?
Sis bulutu altınd şanlı, büyük mazimiz.
El alem uçuyorken hâlâ emekliyoruz.
Ey gençlik! İçinizden bin FATİH bekliyoruz.
Çalışıp çırpınacak, kökümü bulacağım.
Yalan tarih bir gün ben senden kurtulacağım.
Ahmet Mâhir Pekşen 17 Ağustos 1956 tarihinde Sivas’ın Divriği ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini aynı ilçede yaptıktan sonra İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi İşletme-Muhasebe bölümünden mezun oldu.
Çeşitli dergi ve gazetelerde, makale, hikâye, deneme ve şiirleri yayınlandı. Mahallî ve millî televizyon ve radyolarda programlar yaptı. Bazı şiirleri bestelendi. Çeşitli yarışmalarda jüri üyeliği yaptı. Türk Edebiyatı Vakfı tarafından düzenlenen 5. Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda ‘Annem Yıldızları Da Sayamaz‘ isimli hikâyesi ile ödül aldı.
ESKADER-Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği ve Aydınlar Ocağı üyesidir.
Yazarın yayınlanan eserleri 1- Osman Dede (Şiir): İstanbul-1981), 2- Bir Gençlik Özlüyorum (Şiir): Sivas-1991, 3- Bir Yaratan Var Bizi (Çocuk Kitabı): Ankara-1992, 4- Sevgi Dünyası (Çocuk Kitabı): Ankara-1993, 5- Son Çağa Mühür (Şiir): Sivas,-994, 6- Gönlümdeki Anadolu (Çocuk Kitabı): Ankara-995, 7- İnandım ve Mutluyum (Çocuk Kitabı): Ankara-1997, 8- Müjde ve Öğüt (Çocuk Kitabı): Ankara-1997, 9- Kainatın Başşehri – Divriği (Şehir Kitabı): Sivas-2000. 10- Bir Yudum Kepenek Suyu (Şehir Kitabı): İstanbul-2001, 11- Annem Yıldızları Sayamaz (Hikâye Kitabı): İstanbul-2002, 12- Çöpten Kavga Çiçekten Mutluluk (Aile Kitabı): İstanbul-2003, 13- Liseliyim Delikanlıyım (Gençlik Kitabı): İstanbul-2004, 14- Şifoniyerin Gözündeki Mutluluk (Aile kitabı): İstanbul-2005, 15- Bir Gencin Feryadı (Gençlik Romanı): İstanbul-2005, 16- Üniversite Rüyası (Gençlik): İstanbul-2007, 17- Git Secde Et ve Ağla (Dinî): İstanbul-2008, 18- Bu Evde Mutlu Bir Aile Var (Aile Kitabı): İstanbul-2008, 19- Elimi Tut Baba (Çocuk-Kişisel Gelişim): İstanbul-2008, 20- Evliliği Sürdürme Sanatı (Aile-Kişisel Gelişim): İstanbul-2008, 21- Yaz Elması (Hikâye): İstanbul-2008, 22- Şimdi Şeytanı Ağlatma Vakti (Dinî): İstanbul-2009, 23- Şehri Görmek İsteyen Balık (Çocuk Hikâyeleri): İstanbul-2009, 24- Sarı Benek (Çocuk Hikâyeleri): İstanbul-2009, 25- Sayılamayanlar (Roman): İstanbul-2010.
|