Ne yapalım da bir daha tekrarlanmasın

102

Tekrarlanmasın. Aklı başında herkesin isteği bu… Dillendirilen çarelerin tamamı içinse aklı başında demek çok zor.

Genelkurmay’ın, yani silahlı kuvvetlerin Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması konuşuluyormuş. Bu tartışılabilir. Fakat bir grubun bir kurumu ele geçirmesine karşı bunu tedbir diye düşünmek doğru mu? Belli ki ordudaki yapılanma adliyede de, Millî Eğitim’de de, üniversite ve Maliye’de de vardı. Bunları da mı Milî Savunma’ya bağlayalım? Orduyu Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne de bağlasanız temel sebep değişmeden klik yine tankları, uçakları çıkarıp darbe yapmaya kalkar. En şiddetli mücadelenin olduğu yerlerden biri, Jandarma, İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır.

Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Mustafa Şentop, ordunun “kapalı olmaması”nı, “çoğulcu”, “açık” ve “şeffaf” bir yapıya oturtulmasını düşündüğünü söyledi. Bunlar da tıpkı “terör güvenlikçi önlemlerle önlenemez” gibi anlamsız veya yanlış klişeler. Eğer kastedilen orduda terfi ve tayinlerin siyasî iktidarca yapılması ise yine yukarıda verdiğim misallere bakmanızı isteyeceğim; Millî Eğitim’de terfi ve tayinleri Putin mi yapıyordu? Rektörleri, dekanları PKK atıyor; akademik unvanları DAEŞ mi veriyordu?

15 Temmuz gecesi başımıza gelenler yer yer devletin zayıflığının bir sonucudur. Tıpkı PKK’nın da devletin zayıflamasının neticesi olarak ortaya çıkması gibi. 15 Temmuz gecesi darbeye sebep olan devletin zayıflığıdır ama darbeyi önleyen de devlettir. Ölümü göze alarak “emriniz kanunsuzdur” diye direnen kademelerdir. En başta da Genelkurmay Başkanı’dır ki o gece o “hayır” derken onun ağzından devlet konuşmaktaydı.

Soru çok temel, ifadesi çok basittir: Devlet nasıl teşkilatlanmalı? Bürokrasi nasıl işlemeli? Ordu da devlet bürokrasisinin parçasıdır; saydığımız ve saymadığımız kurumlar da. Tarihin başlangıcından beri, Sümer’den beri, Çin ve Türk İmparatorluklarından beri sorulan soru budur. Siyaset biliminin temel sorusudur  ve cevabı hakkında da insanlığın zengin bilgi birikimi vardır.

En eski devletlerden biri Çin’dir. Çin tarihini incelerseniz, güçlü devirlerinde devlet memurlarının merkezî bir sınavla seçildiğini görürsünüz. Tıpkı bizim iki bin yıl sonra uygulamaya başladığımız, sonra da bizim oğlan kazansın diye “mülakat” a feda ettiğimiz KPSS gibi. Bundan vazgeçilip tayinler siyasî saiklere terk edildiğinde de Çin gücünü kaybetmiş, yabancı tesirine, yabancı yönetimine girmiştir. Çin’in güçlü dönemlerinde tayin ve terfiler sadece ve sadece liyakata dayanır, yani lâyık olmaya, yani kişinin kalitesine ve bu kalitenin yapacağı iş için yeterlinin de ötesinde “en iyi” olmasına.

Genelkurmay’ın, yani silahlı kuvvetlerin Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması konuşuluyormuş. Bu tartışılabilir. Fakat bir grubun bir kurumu ele geçirmesine karşı bunu tedbir diye düşünmek doğru mu?

1553’te Kanunî ile görüşen Busbeck mektuplarında Osmanlı Sarayı’nı, “Osmanlı hükümdarının huzurunda iken büyük bir kalabalık vardı. Bu mecliste herkes şahsî kabiliyeti, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere getirilmişlerdir. ” diye imrenerek anlatmaktadır.

Ne Amerika’yı, ne Çin’i, ne de Osmanlı’yı yeniden keşfetmek gerekiyor. Ne de Bucbeck’ten hemen bir asır sonra, liyakat korunmadığında, devletin düştüğü ve Sultan III. Ahmed’in tasvir ettiği hali:

Devleti çarh-ı deni verdi kamu müptezele

Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hezele

(Aşağılık talih devleti bütün bütün değersizlere verdi/ Şimdi devlet kapılarında gezen hep it-kopuk)

Liyakat önce kalite demektir. Bürokrasiye girişin de yükselişin de kriteri “en kaabiliyetli ve en zekiler” olmalıdır. Şu Amerikanların “the best and the brightest” diye sloganlaştırdıkları! Bize en sadıklar ve bizim çocuklar değil. Müslümansanız bu, “emaneti ehline verin” demektir. Böyle olmasaydı, “emaneti bizimkilere verin” denirdi. Tabi, her şeyden önce en iyileri yetiştiren bir öğretim sistemine ve bu öğretim sisteminin de liyakat esasına göre kurulması ve işlemesine ihtiyaç vardır. Unutmayın ki her “bizim oğlan” tayini ve terfii, layık olduğu halde tayin edilmeyen bir başka kulun hakkını yemektir.

Bunu sağlayabilmek için giriş, 2000 yıl önceki Çin’deki gibi objektif ve çalınmayan sınavlarla yapılmalıdır. Terfi, yine tarafsız ve objektif kriterlerle gerçekleşmelidir. Kurumlar kendi içlerinde muhtar ve dış etkilerden, özellikle siyasî kayırmalardan azade olmalıdır. Bu, “çoğulcu ve açık” olmanın tam zıddıdır. Tereddüdü olanlara Amerikan Başkanı Wilson’u ve sosyolog Weber’i tavsiye edebilirim.

1970’lerde bir sloganımız vardı: “Çıkışta eşitlik, yarışta güvenlik, varışta adalet!” Şimdi slogan “biraz da biz yiyelim”dir.

Torpille mezun olunmaz. Telefonla unvan verilmez. “Bizimkiler” listeleriyle adam alınmaz. Bu ilkeleri birkaç nesil boyunca koruyabilirseniz, kurum kendi kültürünü kurar ve ilkelerini içselleştirir. Her adım için “bu böyle yapılır” ve daha önemlisi, “bu böyle yapılmaz” formülleri oluşur. İşte darbeyi önleyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kadim “bu böyle yapılmaz” ilkelerinden biridir.

İlkelerin yerleşmesi, kurumların “takva” sahibi olabilmesi için birkaç nesil gerekir. Yıkılması için birkaç yıl yeter. Başında bulunduğum bir kuruma, sırf torpilli birinin yakınıdır diye beni atlayarak bir tayin yapılmıştı. Bu şahıs, torpilinin de farkındaydı ve çalışma disiplinini göğsünü gere gere ihlâl ediyordu. Onu atmaya gücüm yetmedi ve gün be gün, kurumun kültürünün bu bir tek kişinin etrafında çöküşünü seyrettim. Allah’tan birkaç hafta içinde ayrıldı da hasar kontrolü mümkün oldu. Çoğunluğun torpille veya cemaat himmetiyle tayin edilen bir kurumu ve oradaki ahlâkı düşünün!

Ordu, Dış İşleri ve üniversitelerimizin bir-ikisi hâlâ devlettir. Hepsi için bunu söyleyemeyeceğimiz âşikârdır.

Yukarıda özetlenen doğru tayin ve terfi ilkeleri işleseydi 15 Temmuz mümkün olabilir miydi?

Devleti devlet yapmanın tek yolu liyakattir. FETÖ yerine bizimkiler gelirse kısa zamanda yeni felaketlerle karşılaşırız. Unutmayın ki FETÖ de “bizimkiler” diye getirildi. Devleti de bürokrasiyi de siyaset yönetir ama kadroları siyaset tayin ederse sonuç felakettir.