Kalkınmanın anahtarı takva mı?

100

Takip edecek yüzyıllarda Akdeniz’in- hatta dünyanın- sanat ve ticarette parlayan merkezi olmaya aday Kuzey İtalya’da 11. asırdan itibaren toplum sermayesi birikmekteydi. Bunlar; ikili ilişkilerde güven, saygı, sevgi ve ahlâktı. Fertle toplumun ilişkilerinde de yine ahlâk, edep ve bağlılığı sayabiliriz. Bu sonuncusuna dayanışma, kardeşlik, ahilik de denir ve “biz” anlayışını yaratan bu duygudur. Fransız ihtilalının fraternitesi, bizim uhuvvetimiz. Toplumu yukarıdan aşağıya zapt-u rapta alan, siz zahmet etmeyin, biz sizi teşkilatlandırırız, oturun oturduğunuz yerde, haddinizi bilin diyen bir kuvvet yoksa insanlar kendi göbeklerini kendileri kesmek gereğini hissediyorlar. Bu özelliklerle kuşanan fertler dernekler, loncalar, meslek birlikleri, konfederasyonlar, şehir teşkilatlanmaları, milis kuvvetleri oluşturuyor, sonra şirketler kuruyorlar. Akdeniz’e, dünyaya hâkim ticaret filoları donatıyorlar.  Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb bile Cenevizli bir kuzeylidir ve en büyük ortağı İspanya’nın İzabellası olsa da sermayesinin diğer yarısı İtalyan yatırımcılardan gelmiştir.

Ahlâk Refahı Doğuruyor…

Güven, saygı, sevgi, edep ve ahlâk gibi hiç de ekonomik veya ticarî görünmeyen unsurlardan ekonomik sonuçlar, kalkınma, dev filolar ve dev bir kültür hamlesi; Rönesans nasıl doğuyor?

İktisatçılar bunu izah için oyun teorisini kullanıyor. Oyun teorisinin birkaç klasik problemine bakalım: Kamu mülkü trajedisi (tragedy of the commons), mahkûmun ikilemi ve kredi çemberleri.

Kamu mülkü trajedisi için bir köyün müşterek kullandığı otlak misali verilir. Otlak küçüktür ve köylü kendi hayvanını bütün gün otlatmaya kalkarsa otlağın tahrip olacağı ve seneye hiçbir hayvanın otlayamayacağı açıktır. Fakat kimse tek başına kendi hayvanından fedakârlık yapmaz. Çünkü hisseder ve bilir ki o fedakârlığı yaparsa yaptığı fedakârlıkla kalacak, diğerleri otları köküne kadar sömürmeye devam edecektir. Otlak yerine balığı tükenen denizleri, kirletilen suları, yeşili yok edilen şehirleri, pisletilen plajları, piknik alanlarını sayabilirsiniz. Otobüse, metroya binerken eğitilmiş asker gibi davranan Japonlarla itişip kakışan bizim aslanlarımızı da karşılaştırabilirsiniz. Elin “gâvuru” bir çikolatanın kâğıdını saatlerce elinde tutup yere atmazken bizimkilerin keyifle çekirdek çıtlatıp kabukları yere atmasını, “erkek adamlarımızın” yere tükürmesini verebilirsiniz…

Amerikan ve Avrupalı fiş kesmeden mal satmaz, faturasız mal almaz. Öğrencisi kopya çekmez, hocası intihal yapmaz. Buna gelenek deriz. İyinin de kötünün de geleneği oluyor

Mahkûm ikilemi şöyledir: İki kişi hapsedilir. Ayrı hücrelerdedirler. İkisine de şu söylenir, “Öbürünü suçlarsan serbestsin. Ama o önce davranıp seni suçlarsa uzun süre yatarsın.” Bellidir ki ikisi de sabaha kadar çenesini tutarsa ikisi de serbest kalacaktır. Burada güven, sevgi, saygı ve ahlâkın nasıl denendiği açıktır.

Kredi çemberleri, bizim ev hanımlarının “altın günleri”ne benzer. Her altın gününde herkes bir altın veya bir çeyrek altın veya belli bir miktar para getirir. Kura çekilir ve toplananın tamamı kurada kazananın olur. Şimdi oyun teorisinin soğukkanlı hesabı, kazananın güne bir daha uğramamasını emreder. Fakat ahlâk, güven, sevgi ve saygı varsa bu davranış kimsenin aklından bile geçmez.

Kredi, İnanmak Demektir

Oyun teorisinin hâkim olduğu, “açıkgöz” zihniyet ve değerlere sahip toplumlar ortaklık, büyük şirket, büyük iş kuramaz. Bu açıkgöz insanlar, açıkgöz çevreleriyle birlikte fakirliğe, “kalkınmakta olan” sıfatına; siyasetten çevre bilincine, iş hayatından trafikteki ve sokaktaki keşmekeşe kadar rezilliğe mahkûm. Sonra da ahlâksızlıklarıyla düştükleri çukurdan, kalkınmış toplumlara bakıp namuslu oldukları için kalkınamadıklarını söylerler.

Yukarıdaki misallerin tamamında tek kişinin o anki menfaati için toplumun çıkarlarını tahrip etmesi vardır. Sonra bu tahribat dönüp tahripçinin kendi geleceğini de karartır.

Fiş Almazsam Kaça Olur?

Fukuyama’nın Güven eserinde anlattığı gibi tamamı şeytanlardan mürekkep bir toplumda şeytanların hiçbiri rahat değildir; belki birkaç büyük şeytan hâriç. Onların da sonu genellikle pekiyi gelmez. Yıllar önce Fortune Dergisi’nde N. Gregory Mankiw, Ukrayna’yı şöyle anlatıyordu:

“Bu dünyada zengin olmanın iki yolu vardır. 1’inci yol: Değerli bir şey üretin ve onu başkalarına satın. 2’nci yol: Birinci yolu tutmuş birilerini bulun ve onlardan çalın. Kiev’e yaptığım bir seyahat bana, bir milletin ancak vatandaşlarına birinci yolu ikinciden daha kârlı hâle getirirse refaha kavuşabileceğini hatırlattı.”

“Yolsuzluk meselenin büyük bir parçasıdır. Doktorlar sözde bedava olması gereken tıbbî bakımı hasta yandan bir şeyler ödemezse yerine getirmezler. Ülkenin yüksek vergilerini ödememek için iş yerleri satışlarının önemli kısmını saklarlar.”

Biz de “Fiş almasam vergiyi düşer misin?” teklifini anlamayan Amerikan veya Alman tezgâhtarı aptal zannederiz. İngilizce’de “bıçak parası” diye bir tabirin olmadığı anlaşılıyor. Ukraynaca’da vardır herhalde.

Yalnız Ukrayna’da değil, komünist rejimden çıkmış ülkelerin önemli bir kısmında tıpkı Norman istilasındaki Mezzogiorno – Güney İtalya gibi Norman- baron- halk hiyerarşisi vardır. Onların geçmişlerinde Normanların yerini Sovyetler, baronların yerini parti mensupları almıştı. Sovyetler bitti ama mekanizma olduğu gibi devam etti. Bir başka benzerlik, tıpkı Güney İtalya gibi eski komünist ülkelerde de mafyanın yaygınlığıdır. Benzer başlangıçlar, benzer sonuçlar doğurmaktadır. Nesiller boyu metbu-tabi mekanizmasının çalıştığı, zenginliğin hâkimlere yanaşmakla kazanıldığı, sadakatin liyakatten üstün olduğu bir ortamda yaşayan insanlar, siyasî rejimin ve hâkimlerin adı ne olursa olsun beyin kıvrımlarına kazınmış davranışları bırakmazlar. Onlar içselleşir.

Oyun teorisinin hâkim olduğu, ‘açıkgöz’ zihniyet ve değerlere sahip toplumlar ortaklık, büyük şirket, büyük iş kuramaz. Bu açıkgöz insanlar fakirliğe mahkûm.

Bu içselleşme yalnız kötü davranışlar için değil, iyi davranışlar için de geçerlidir. İyi davranışlar için olanına biz takva diyoruz: Takva, ahlâk ve vicdan denetçisinin insanın içine yerleşmesidir. Amerikan ve Avrupalı fiş kesmeden mal satmaz, faturasız malı almaz. Öğrencisi kopya çekmez. Hocası intihal (fikir ve bilgi hırsızlığı) yapmaz. Buna gelenek deriz. İyinin de kötünün de geleneği oluyor.