İngiliz askerî istihbaratçısı ve yazar Harold Courtenay Armstrong, Abdulaziz bin Suud isimli kitabına, Buzul Çağı’ndan başlayarak Arabistan tarihini Avrupa ile karşılaştırmalı olarak özetlemek suretiyle başlıyor. Bu genel tablo çizildikten sonra Abdülaziz bin Suud’un doğumu anlatılıyor. Çocukluğu ve ilk gençliği hakkında detaylı biyografik bilgiler veriliyor. Genel intiba, Suud’un son derece çetin şartlar arasında sert bir savaşçı olarak yetiştiği hususunda birleşiyor. Babasından devraldığı en büyük ideali ise dağınık Arap kabilelerini birleştirerek bağımsız bir devlet kurmaktı. Dağınık Arap kabileleri arasındaki kavga ve mücadele kitapta etraflıca anlatılıyor. Bu sâyede coğrafi şartlara paralel olarak Arap toplum yapısının ve Arap insanının karakterinin nasıl şekillendiğine de temas ediliyor. Kabileler dışında Hicaz’ın İngiliz güdümündeki hâkimi Hüseyin ve ailesi ile Türk ve Alman kuvvetlere sırtını dayayan Kuveyt lideri Reşit’e de geniş yer veriliyor. İbn Suud’un bu iki lider ve dolayısıyla bunların ardındaki güç odaklarıyla mücadelesi anlatılıyor.
Suudi Arabistan Krallığının kurucusu Abdulaziz bin Suud, 15 Ocak 1876’da Riyad’da doğdu. 9 Kasım 1953 tarihinde 77 yaşında iken Taif Şehri’nde vefat etti. Suudi Arabistan topraklarına hâkim olan Reşidî Ailesi tarafından 1890 yılında, 14 yaşındayken ailesiyle birlikte kalmakta olduğu Riyad’dan, Kuveyt’e sürgün edildi. Gençliğini Kuveyt’te geçirdi. 1900 yılında yurduna geri döndü. Kardeşi Muhammed ve kuzenleriyle birleşerek Reşidilere saldırdı ve 1902 yılında Riyad’ın yönetimini ele geçirdi. İki yıl sonra Reşidiler Neced üzerinde hâkimiyet kurdular. Suudi Ailesi asker toplayıp Reşidilerle savaştı ve 1912 yılında zafer kazandı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Hükümetiyle anlaşan İbni Suud, Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali ile birlik olarak Osmanlı ordusuna savaş ilan etti. Bunun karşılığında Suud Ailesinin toprakları İngiliz Hükümetinin teminatı altına alındı.
Kitapta, İbn Suud’un güçlü bir lider olarak portresi çiziliyor. Az uyuması, az yemesi, modern teknolojiye olan ilgisi, dindarlığı, halka ve diğer ülkelerin liderlerine karşı tutumu, kadınlarla ilişkileri gibi konular hakkında bilgi veriliyor.
Arabistan Yarımadası o dönemde bölgelerine hâkim olan kabilelerin yönetimi altındaki şehir devletleri statüsünde idi. İbn Suud, 32 yıl devam eden zorlu mücâdelelerden, savaşlardan sonra her bir kabileyi tek çatı altında toplamayı başardı ve 22 Eylül 1932’de krallık tahtına oturdu. 21 yıl süren saltanatı ölümü ile sona erdi.
İbn Suud’un Hicaz’da kendi iktidarını kuruşu, kitabın en can alıcı bölümlerinin anlatıldığı sayfalardır. Arabistan’da yeni bir iktidarın, mukaddes topraklara hâkim olmadan kurulamayacağı gerçeği bu satırlarda açık bir şekilde fark ediliyor. Hicaz’ın Suud ailesinin hâkimiyetine geçmesinden sonra hac ibâdetine ev sâhipliği görevi ve bu bağlamda diğer Müslüman ülkelerle ilişkiler de Türk okuyucusunun alakasını çekecek bölümlerdir. Arabistan’ın hac konusunda bugün de devam eden siyâsetinin köklerini bu sayfalarda bulmak mümkün.
13,5 X 21 santim ölçülerinde, 300 sayfalık kitap 2007 yılında yayınlandı.
Kaknüs Yayınları
Mimar Sinan Mahallesi, Selami Ali Efendi Caddesi Nu: 5 Üsküdar, İstanbul. Telefon: 0 216-341 08 65 Belgegeçer: 0.216-334 61 48 e-posta: kitap@kaknus.com.tr // www.kaknus.com.tr
Harold Courtenay Armstrong:
1892 yılında doğup, 1943 yılında 61 yaşında ölen İngiliz askerî istihbaratçısı ve yazar Harold Courtenay Armstrong, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Hindistan Ordusu’nda Askerî Ateşe olarak görev yaptı. Savaş sırasında istihbarat subayı olarak Arap yarımadasına gönderildi. Birleşik Krallık ordusunda Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı Devleti’ne karşı çarpışıyordu. 1916’da Kut’ül Ammare Kuşatması sonunda Tümgeneral Townshend komutasındaki İngiliz 6. Poona Tümeni (Hint Tümeni)’yle birlikte Türklere esir düştü. Bağdat, Musul, Halep, Mersin, Ankara üzerinden Kastamonu’ya, oradan da İstanbul’a getirildi. Nihâi olarak da merkezî esir kampı olan Afyonkarahisar’a nakledildi. Savaş esiriyken kaçma teşebbüsü ve yakalandıktan sonra Enver Paşa’ya hakaret etmesi sebebiyle hücreye atıldı. Hücreden çıktıktan sonra esir kampında imtiyazlı muamele gördü ve kendisine bütün esir subayların ve erlerin sorumluluğu verilerek onların genel komutanı yapıldı. Esir İngiliz askerler kampta işledikleri suçlardan Türk askerî mahkemelerinde yargılandıklarında hem onların tercümanlığını yaptı hem de dâvâ vekilliklerini üstlendi. Savaş sona ermeden önce Türkiye’den kaçmayı başardı. Türkler hakkında pek de olumlu düşünceler beslemeyen Armstrong bu kaçışını bile rüşvet vererek gerçekleştirdiğini söylemiştir.
Mütareke yıllarında ise İngiliz Yüksek Komiserliği’nde Askerî Ateşe Yardımcısı olarak bu defa işgal altındaki İstanbul’a gönderildi. Müttefikler adına çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 1923 yılında İstanbul’dan ayrıldı. Türkiye’de kaldığı bu birkaç yıllık dönemdeki gözlemlerde bulundu. Aralarında Mustafa Kemal’in de olduğu birçok şahsiyetle görüşen Armstrong bu müddet zarfında küllerinden yeniden yükselen bu ülkenin gelişimini gözlemledi, Türkiye ve yakın çevresiyle ilgili beş kitap yazdı: 1-Türkiye Nasıl Doğdu, 2-Türkiye ve Suriye Yeniden Doğuyor, 3-Bitmeyen Savaş, 4-Bozkurt 5-Abdülaziz bin Suud.
KUŞBAKIŞI:
Türkistan’dan Anadolu’ya ALPLER – ERENLER:
Kahramanlar, sıradan insanların yapamayacağı işlerin üstesinden gelen, mensubu oldukları milletten daima alacaklı olan insanlardır. Çok verip, az almak gibi yetinme huylarıyla süslenmişlerdir. Bu kahramanların yaptıkları büyük işler, sonraki nesiller için yol gösterici olur. Bu bakımdan millî kahramanlar, millî bilincin oluşması ve biçimlenmesinde, milletine bağlılık tutumunun yerleşmesinde, vatanseverlik duygularının ortaya çıkmasında örnek oluştururlar. Bunlar inandıkları dâvâ uğrunda ve dâvâ yolunda, bir adım gerilemeden, o yoldan geri dönmeyenlerdir….
Yesevi Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Erdoğan Aslıyüce Türk tarihinin Alplerini, erenlerini tanıtıyor. 12,5 X 19 santim ölçülerinde, 518 sayfalık kitabın 2. Baskısı 2014 yılında okuyucuya sunuldu.
YESEVİ YAYINCILIK:
Küçük Ayasofya Mahallesi, Küçük Ayasofya Caddesi, Hüseyin Ağa Medresesi Nu: 13. Sultanahmet, Fatih, İstanbul. Telefon: 0.212-63850 12, Belgegeçer: 0.212-63835 47 e-posta: e_asliyuce@yahoo.com
TARİHE DÜŞÜLEN NOTLAR
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın 2 cilt ve kutulu olarak okuyucuya sunulan 16 X 24 santim ölçülerinde, 624 sayfalık esrinde; 1947’den 2015 yılına kadar Osmanlı ve Türkiye üzerine yaptığı konuşmalar ve muhtelif yayın organlarına verdiği röportajlar yer alıyor.
Bu kitaplar sayesinde, Osmanlı tarihinden günümüz Türkiye’sine, sanattan tarihe, edebiyattan siyasete birçok konuyu bizzat Halil İnalcık’tan dinleme fırsatı bulunuyor.
Halil İnalcık’ın akademik çalışmaları, Osmanlı tarihini fevkalade geniş bir perspektiften incelediği ve bu anlayışı kendi ilmî yaklaşımıyla zenginleştirdiği için vazgeçilmez kaynaklar olarak kabul ediliyor.
66 kitap ve 500’e yakın makalesiyle tarih yazıcılığında çığır açmış olan İnalcık’ın eserlerinin âdeta hülasası diyebileceğimiz eserin 1. cildinde Halil İnalcık’ın muhtelif yer ve zamanlarda yaptığı konuşmalar yer alırken; 2. cilt, Halil İnalcık’la yapılmış röportajlardan oluşuyor. Halil İnalcık’ın tarihî-güncel birçok konuyu kapsayan ve asırları aşan metodolojik değerlendirmeleri, her biri birer ders niteliği taşıyan konuşmalarıyla birleşiyor ve tarihe düşülen en anlamlı notlardan biri oluyor.
Eylül 2015’te yayınlandı.
TİMAŞ YAYINLARI: Alayköşkü Caddesi Nu: 11 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-511 24 24 Belgegeçer: 0.212-512 40 00 e-posta: timas@timas.com.tr / www.timas.com.tr
YAHYA KEMAL VE DİN:
Türk edebiyatının dev ismi Yahya Kemal Beyatlı eserleriyle olduğu kadar, hayatıyla da dikkatleri üzerine çekmiş mühim bir şahsiyettir. ‘O’nun eserleri, bir edebiyat şaheseri olduğu kadar, bu toplumun kültürel kodlarını yansıtması bakımından da mümtaz bir yere sâhiptir. Din psikolojisi alanında vukufiyetiyle tanınan Prof. Dr. Hâbil Şentürk, şairin eserlerinde yer alan dinî unsurları mercek altına yatırıyor ve pek denenmemiş bir ilmî inceleme ile okurun karşısına çıkıyor.
İZ YAYINCILIK:
Çatalçeşme Sokağı Nu: 27/2 Cağaloğlu 34110 Eminönü, İstanbul. Telefon: 0.212-520 72 10
Belgegeçer: 0.212-511 57 91 e-posta: bilgi@iz.com.tr // www.iz.com.tr
KISA KISA… KISA KISA…
REŞAT EKREM KOÇU KİTAPLARI: Doğan Kitap.
1-KÖSEM SULTAN, 2-FATİH SULTAN MEHMED, 3- TARİHİMİZDE KAHRAMANLAR, 4-TOPKAPI SARAYI, 5-AŞK YOLUNDA İSTANBUL’DA NELER OLMUŞ?, 6-YENİÇERİLER, 7-OSMANLI PÂDİŞAHLARI
DERKENAR:
Türkçe
Oğuz Çetinoğlu
Sovyetler Birliği belki insanlık tarihinin gördüğü en acımasız totaliter rejimdir. Fakat Rusçanın büyük bölümü yabancı menşeli kelimelerden meydana geldiği halde tasfiyeciliğe teşebbüs edilmemiştir. Kızıl Çin’de 1960’larda imparatorluk döneminin izlerini silmek için yapılan ‘Kültür İhtilali’ sırasında pek çok eser ve tarihî miras tahrip edilmiş, dile dokunulmamıştır. Bu ideolojiler kendilerinden evvelki rejimleri çok kanlı ihtilâllerle devirerek tamamen farklı rejimler kurdukları halde evvelki rejimden devraldıkları lisana ellerini sürmemişlerdir. Demokrasi ile idare edilen hiçbir ülkede zaten dilde tasfiyecilik yapılmamıştır. Yapılması da mümkün değildir. Kelime ırkçılığına dayanan tasfiyeciliğin bir insanlık suçu olduğuna şüphe yoktur. Türkiye’de ilâve olarak Osmanlı’nın son döneminden itibâren okumuşlarımıza ârız olan batı karşısındaki aşağılık duygusu kendi geçmiş kimliğimize ve mensubu olduğumuz kültüre karşı bir nefret yarattı. Bu zihniyet sâhiplerinin uzun yıllar devlete hâkim olması Türkçenin bahtsızlığıdır. Türkiye demokrasi yolunda ilerledikçe, İngiliz Türkologu H.C.Hony’nin dediği gibi, tasfiyeci zihniyetin tesirini kaybedeceği muhakkaktır. Ama korkarım ki verdiği zararı da büyük ölçüde sineye çekmek mecburiyetinde kalacağız.
İnsan kasabı olarak bilinen acımasız diktatör Lenin bile rejimi kökünden değiştirdiği ve tamamen yeni bir dünya anlayışı getirdiği halde Fransızca, Almanca, Latince, Yunanca menşeli kelimelerle dolu Rusçaya dokunmamıştır. Yoksa bugün Rus halkının, Dostoyevskileri, Tolstoyları anlaması mümkün olur muydu? Stalin, devirdiği ve lanetlediği eski rejimin yalnız lisanını değil bütün kültür değerlerini korumuştur. 2. Cihan Harbi’nde Alman ordusu Leningrad’dan çekilirken intikam almak maksadıyla çarlığın saraylarını yakıp yıktı. Stalin çok büyük fedakârlıklarla bu sarayları, elde kalan dokümanlardan, fotoğraflardan faydalanarak, bütün zengin dekorasyonuyla beraber yeniden inşa ederek eski haline getirdi. Klasik müziği, Çaykovskileri, Rahmaninofları sarayın, aristokrasinin müziğidir diye unutturmaya çalışmadı…
1960’tan sonraki koalisyon dönemlerinde bile bazı Millî Eğitim Bakanları, Türkçeleşmiş ve bin yıldır halkımızın kültürüne mal olmuş yaşayan Türkçenin kelimelerini, sırf Arapça ve Farsça menşeli oldukları için, okullarda bile resmen yasaklamaktan çekinmediler. Okullara, yasakladıkları yüzlerce kelimelik listeler gönderdiler ve kullanılmamaları talimatı verdiler. Demokrasi ile idare edilen hiçbir ülkede böyle bir şey olması mümkün değildir. Bu rejime bunun için vesayet rejimi diyoruz.
Kıymetli dil âlimi Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu (1932-1996) ‘Türkçenin Karanlık Günleri’ adındaki eserinde ibret alınacak bir hadiseyi anlatır:
‘Anlatacağım şu hadise ise, daha da ibret vericidir: Bir gün, zamanın Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Prof. Sıddık Sami Onar’a tesadüf ediyor. Yücel liseden sınıf arkadaşı olan Onar’a:
–İdare Hukukunun Esasları adlı eserini okudum, fakat dilini beğenmedim. Ne kadar Osmanlıca kelime kullanmışsın…’ Diyor. Onar da:
–Ne yapayım, dilimizde hukuk mefhumlarını yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek şekilde karşılayan ve herkesçe kabul edilmiş Türkçe terimler yoktur.’ Diye cevap veriyor.
Bakanın cevabı şu oluyor:
–Osmanlıca kelimeleri gene de kullanmamalıydın. Varsın kitap eksik kalsın. Mesela ben ‘Mantık’ kitabımın son baskısında söylemek istediklerimin yarısını yazamadım. Fakat eser öz Türkçe oldu ya, sen ona bak. (İrfan Yayınevi, 1977)
Bir Okuyucumuza Cevap:
İstanbul Türkçesi İle Alakalı Tavsiyeler:
Bu sayfada yayınlanan röportajı ile alakalı olarak Yrd. Doç. Dr. ALPARSLAN YASA’ya gönderilen e-mektup ve cevabı:
Selamünaleyküm Muhterem Hocam, İstanbul Türkçesini güzel ve akıcı bir şekilde konuşmak ve yazmak istiyorum. Tavsiyelerinizi lûtfeder misiniz?
İDRİS AHMET PEKDEMİR. Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümü.
Muhterem İdris Bey,
İstanbul Türkçesi”nden ben resmî dil hâline getirilmiş Uydurmacayı değil, Târihî Türkçeyi anlıyorum. (Zâten târihî vâkıa da böyle.) Binâenaleyh size böyle bir kabûlle cevap vereceğim.
Sorunuza cevap vermek zor; çünki cevâbın tatmînkâr olabilmesi için başlı başına bir kitap têlîf etmek lâzım. Yine de en mühim olduğunu zannettiğim bir-iki husûsa temâs edebilirim.
Türkçenin hakkını verebilmek için, her şeyden evvel Târihî Türkçenin ne olduğunu ve onun yerine nasıl olup da uydurma bir resmî dil ikame edildiğini iyi bilmek lâzım. Bu da ancak hakîkat aşkıyle uzun soluklu bir araştırma netîcesinde anlaşılabiliyor. Bu mâhiyetteki araştırmalarım beni şu üç kitabın têlîfine götürdü: 1) Türkçenin Istılâh Mes’elesi ve İdeolojik Kaynaklı Sapmalar; 2) Türkçenin İnkişâfı İçin Tercüme; 3) Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi.
Kendi çalışmalarım hâricinde, hassaten Nihâd Sâmi Banarlı’nın Türkçenin Sırları, Muharrem Ergin’in Türk Dil Bilgisi ve Faruk Kadri Timurtaş’ın Türkçemiz ve Uydurmacılık isimli kitaplarını tavsıye ediyorum.
Tabiî ki Türkçe hakkında doğru bilgilerle, sağlam bir dil şuûruyla mücehhez olmak, Türkçeyi doğru kullanabilmek için kâfî değildir; bu elzem şart yanında Târihî Türkçeyle inşâ edilmiş güzel metinler üzerinde çalışmak ve onları örnek alarak bol bol kalem temrinleri (alıştırmaları) da yapmak lâzımdır. Bunun için tavsıyem, bilhassa 1900’lerden 1950 sonlarına kadar edebiyatımızda isim yapmış, uydurmacı olmıyan müellif ve edîplerin eserleri üzerinde çalışmaktır. Bunların da belki tamâmından ziyâde birkaç sayfalık kısa parçaları üzerinde, yazarak ve derinlemesine tahlîllerle çalışmak…
Tavsıye edebileceğim eserlere birkaç misâl vermek gerekirse: Ömer Seyfeddîn’in hikâyeleri, Ziyâ Gökalp’in fikrî eserleri, Yâkub Kadri ve Reşâd Nûri’nin ilk eserleri, Yahyâ Kemâl’in manzûm ve mensûr eserleri, Nihâd Sâmi’nin denemeleri, Peyâmi Safâ’nın Biz İnsanlar ve Yalnızız gibi son romanları, ayrıca yine P. Safâ’nın gazete makaleleri (veyâ 1930’lu, 40’lı, 50’li senelere âid ve muhtelif muharrirler, muhâbirler elinden çıkmış makaleler, haberler), Necip Fazıl’ın manzûm ve mensûr eserleri ile gazete makaleleri, Sâmiha Ayverdi, Kadir Mısıroğlu, Yavuz Bülent Bakiler gibi edîplerin muhtelif eserleri sayılabilir.
Ben şahsen, Türkçemi en fazla Fransızcadan yapılmış sahîh edebî tercümeler üzerinde çalışarak geliştirdim. Bunların da mühim bir kısmı dünyâ klasiklerinin 1940’lardaki Millî Eğitim Bakanlığı neşri tercümelerdir. Elbette Uydurmaca olmıyanlarını kasdediyorum; ki o senelerde neşredilenlerin büyük bir kısmında Uydurmaca kelime ve cümleler nâdirâttandır. Bir de, güzel inşâ edilmiş metinleri, İstanbul telâffuzuyla (yâni bilhassa uzatmalara dikkat ederek) ve âhenkli bir şekilde yüksek sesle okumak lâzımdır. Bu da hassaten güzel konuşma mahâretini geliştiren bir tekniktir.
Bilmiyorum, sorunuza bir parça cevap verebildim mi? Gördüğünüz gibi, ben sizi esâs îtibâriyle bizzât araştırmaya ve çalışmaya teşvîk etmiş oldum; çünki her dil ancak şahsî gayretle öğrenilip hazmedilebiliyor.
Feyizli çalışmalar dileğiyle selâmlar, sevgiler.
ALPARSLAN YASA.