İtikat / inanç ve inançsızlığa dikkatle bakılırsa; insanların çoğu üç kısım olarak görülür: Kısmın biri: Her işin Haalıkı / Yaratanı ve Sanii / san’atlı bir şekilde Yaratıcısı ve Hâfızı / Koruyucusunun; varlığı zorunlu / olmazsa olmaz olan Allah olduğuna inanır. Rûh’un varlığına, beka ve devamlılığına / kalıcı olmasına inanır. Öldükten sonra insan için ceza veya mükâfat / ödül olacağına tam manasiyle iman eder / inanır.
Bu iman ve inanç üzere, bu kısma girenler Yüce Allah’a ibadet ve kulluk ederler. Şeriata / Dine uygun olan işler ile uğraşırlar. Kendilerini daimî surette mutluluk ve saadete ulaştırırlar.
İnkâr edici iddia ve savların nakli ve ondan sonra çürütülmesi; Şanı Büyük Kur’an’ın belâgatinin / belîğ ve edebî oluşunun bir icabıdır. Âyetlerinin hikmetli / maksat ve gaye güden üslûbunun bir gereğidir. Değerli İslâm kitaplarının bizleri ulaştırdığı bir sonuçtur. Bütün bunlar onun yüce usûl ve metotları gereğinden ötürüdür.
İşte burada inkâr edicilerin / inançsızların bağlandıkları câhil ve bilgisizce olan iddia ve savları tamamen yazılacak. Sonra ikna edici deliller ile çürütülecektir. İlletli, bozuk ve yanlış oldukları ele alınacaktır.
İkinci kısma mensup olan inançsızların anlayışınca; insanın rûhu yoktur. Yalnız cisimden ibaret bir hayvan / canlıdır. Yalnız kuru bir maddeden ibarettir. Böyle olduğu için ölümünden sonra, bedenini oluşturan terkîp ve birleşimler çözülür. Şahsiyeti tamamen yok olur.
Bu zararlı gurup; ruhanîliği ve ahireti / ölümden sonra hayatı ve ilâhlığı inkâr ederler. Kendileri gibi ahmak olanlara büyük zarar ve hasar verirler.
Varlığın ve âlemdeki düzenliliğin sebebi kendilerinden sorulsa, bunu tabiata yükler ve dayandırırlar. Cehalet, bilgisizlik ve ahmaklıkları kadar (s. 18) kendilerinde büyük bir şey var ise, o da inat ve ısrarlarıdır.
Bu kısmın kandırılması / ikna edilmesi imkânsız görünüyor. Diğer kısmın mensupları ise tereddüt etmekte / kabul ile ret arasında bocalamaktadırlar. Derler ki: Varlıkları Cenab-ı Hakk / Allah mı yaratmış, yoksa kendi kendine veya tabiat vasıtasıyla mi vücuda gelmiş? İnsanda rûh denilen şey gerçekten var mıdır? Yoksa bedenin düzenli oluşundan ve insanda görünen feyiz, zekâ, hissiyât ve başındaki sinirlerden mi ibarettir?
Rabbanî / Rabbe ait bir güç ve ruh ve âhiret ve beka ve ceza ve rûhanî ve bedensel bir ceza ve mükâfat / ödül var mıdır? Yoksa ruhaniyet / rûhanîlik ve ruhluluk olmayıp; insan ölünce vücudun düzeni bozularak; bedeni teşkil edip oluşturan cüz ve parçalar çözülerek manevî kişiliği kalmamış mı olur?
Sayısız olarak, tereddüt ve ikilem içinde kalan kısmın hatır ve akıllarına böyle şeyler gelir. Fakat hiç bir tarafı kesinlikle kabullenemezler. Veya hiç birini yalanlayamazlar. Tereddüt ve ikilemde / kabul ve ret arasında kalanların fikri düzeltilir ümidiyle bu konuya ait gerçeği kanıtlamak için, bazı açıklamalara girişmek uygun görüldü:
Arap, Yunan, Roma ve Avrupa’nın en büyük feylesofları; Yaratıcının varlığını ve âlemin düzeni için bilinen ve gerekli olan Rabbin gücünü, insan ruhunun varlığını ve öldükten sonra kalıcı oluşunu hep söyleyegelmişlerdir. Nitekim bunu ispat etmek ve kanıtlamakla beraber, öylesine ince fikirler ve düşünceler açıklamışlardır ki, birer birer tarife kalkışılacak olsa, bu çeşit düşüncelere zihnini alıştırmayan kişiler; o incelikleri anlamakta çaresiz kalacakları açıktır. Bundan dolayı hissedecekleri üzüntü sebebiyle; bu konunun düşünülmesinden de tamamen vazgeçmeleri umulur olduğundan, geniş açıklamaları bir tarafa bıraktık.
Zeki bir adamın anlayabileceği aklî delilleri beyan eder ve durumun gereği olarak yalnız ünlü üç hakîm, âlim ve filozofun sözlerine aşağıda yer vereceğiz. Onları bu şekilde ele alıp söz konusu edeceğiz: (Abidin Paşa’nın (1843 – 1908) “Tercüme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif” adlı eserinden sadeleştirilerek alınmıştır.)