Oğuz Çetinolu: Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak üretilmiş veya amiyane tabirle ‘uydurulmuş‘ kelimelerle ilgili görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Dr. Şâkir Alparslan Yasa: Muhakkak ki her dilin yeni mefhumlar için yeni kelimeler türetmeye ihtiyacı vardır. Fakat her biri müstakil, kapalı bir sistem teşkil eden diller bunu kendi mantıklarına, kendi kaidelerine göre yaparlar. Bu kaidelere göre teşkîl edilmeyen kelimeler -lisâniyatta- “Uydurma” veya “Barbarca” (Fransızcadaki “barbarisme” tâbirini bu suretle Türkçeleştiriyoruz) kabul edilirler. Her dilin bekçileri mesabesinde olan dilciler, edîpler veya o dilin her bir konuşanı bu çeşit kelimelere karşı müteyakkızdır ve onların yaygınlaşmaması için kararlılıkla mücadele ederler. Zîrâ bunlar, dilin mantığını, bünyesini bozar ve onu keşmekeşe, binaenaleyh tereddiye sürüklerler. Bâzan böyle kaide hârici bir kelime, muhtelif sebeplerle yaygınlaşır ve “galat-ı meşhur lûgat-i fasîhden evlâdır” kaidesince umumi kabûl görür. Şu var ki bu ameliye isimsiz bir şekilde bütün bir halkın eseridir ve bu çeşit kelimeler istisnâî kalırlar veyâ hiç olmazsa nâdirattandırlar.
Hâlbuki Türkiye’de, 1930’lardan itibaren, iktidar gasıbı bir zümre, kasd-ı mahsûsa ile Uydurma veya Barbarca kelime imaline yönelmiş ve bu yolla yeni bir Resmî Dil ihdas etmiştir. İşte Milletimiz için tahammül edilmez olan, onun dili üzerinde bu şekilde sû-i niyetle ve cebren tasarruf edilmesidir. Dilimize bu gayr-i meşru müdahalenin başlıca gayesi de, kimisi için hâinâne sâiklerle, kimisi için de anlaşılmaz bir eziklik hâlet-i rûhiyesiyle, Türkçeyi Fransızcalaştırmak, yani hem türetme kaideleri, hem kelime hazinesi, hem zevki, hem de cümle kuruluşu bakımından olabildiğince Fransızcaya benzetmektir. Hâinâne sadiklerle hareket edenleri tespit, teşhis ve kendileriyle -meşru vasıtalarla- mücadele lâzımdır. Eziklik hâlet-i rûhiyesiyle davrananları ise îkaz ve şuurlandırmak iktiza eder. Onlara hitaben bizim ezcümle söyleyeceğimiz şudur: Hem medeniyet, hem insanlık bakımından tarihe şan veren ve insanlığın bin küsur senedir gidişatı üzerinde müessir olan Türkler gibi büyük bir millete mensup olan bir ferdden, asırlardır dünyaya kan kusturan şu Avrupalılar karşısında eziklik hissine kapılmak şöyle dursun kibirli olmak beklenir ve buna rağmen, bir Türk, diğer insanlara karşı mütekebbir davranmıyorsa, bunun sebebi, ancak Müslüman faziletine sahip olmasıdır.
Oğuz Çetinoğlu: Bu kelimeler nasıl oluyor da kısa zamanda ayrık otu gibi Türkçemizi sarıyor?
Dr. Yasa: Barbarca kelimelerin “ayrık otu gibi sür’atle Türkçeyi sarmasının” esas sebebi, 1930’lardan itibaren cebren ve hileyle ve (maariften matbuata, kanun diline kadar) her çeşit vasıtaya müracaat ederek bu kelimelerin halkımıza dayatılması, ana mektebi sıralarından başlayarak Milletçe hepimizin Resmî Temessül İdeolojisi (RESTİ) tarafından bir beyin yıkama ameliyesine tâbi tutularak bu kelimelerin ve daha umumi olarak “Yoztürkçe” diyebileceğimiz uydurma Resmî Dilin bize zoraki benimsetilmesidir.
Dikkat edilirse, Târihî Türkçemizin asıl kırılma noktasının 27 Mayıs Balyoz Darbesi olduğu görülür. Yeni Esas Kanun “Yoztürkçe”yi Devlet Dili yapmış, 12 Eylül Balyoz Darbesi de aynı vetireyi daha ileri bir merhaleye ulaştırmıştır. Meş’ûm 12 Eylûl İhtilâline kadar memleketimizde hâlâ uydurmacaya şuurla mukavemet eden geniş bir milliyetçi zümre mevcutdu; hayfâ ki İhtilâl sonrasında bu zümre küçük bir ekalliyet hâline gelmiştir!
Oğuz Çetinoğlu: Dilin, kültürün teşekkül etmesi, kültürün de insan topluluklarını millet hâline getirmesindeki rolü nedir? [Bu çerçevede] bu kelimelerin kültürümüz üzerindeki zararları hakkında neler söylemek istersiniz?
Dr. Yasa: İçtimâiyatçıların umumiyetle kabul ettikleri ve UNESCO öncülüğünde imza edilen mukavelelerde de têyid edildiği vechiyle, “kültür”ü, biz de, bir beşerî topluluğun nesilden nesle aktarılan muayyen düşünüş ve davranış şekilleriyle bunların maddî tezahürleri şeklinde tarif ediyoruz. Bu düşünüş ve davranış şekillerinin başlıca iki unsuru dil ve dindir. Dil, zaten diğer kültür unsurları için de cari olduğu üzere, hem -uzun bir tarihi süreç içinde- bir topluluğun eseri olarak ortaya çıkar, hem de o topluluk üzerinde müessir olur. O, kendisine vücut veren ve şekillendiren topluluğun aynasıdır. Bir dili tetkik ederek, onu yoğuran topluluğun zihniyetini ve tarihi macerasına -büyük ölçüde- anlamak mümkündür. Aynı şekilde, millet de bir kültür topluluğundan ibârettir. Onda ırkın, soy-sopun, sülâlenin, akrabâlığın rolü, bunların kültürü nesilden nesle aktarmak için en tabiî vâsıta olmasından ibârettir; yoksa millî râbıta ile ırkî râbıta aynı şey değildir. Bu ilmî hakîkati, rahmetli Ziyâ Gökalp de çok isâbetle tesbît etmiş ve Türkçülüğün Esâsları‘nda, Türk köylüsünün de, “dili dilime uyan, dîni dînime uyan” düstûruyla ilmî bir milliyet anlayışını dile getirdiğini kaydetmiştir.
Binâenalyeh millet, milliyet zâten kültürden ibârettir ve kültürün de başlıca iki unsurundan biri dildir. Nasıl ki bir topluluğun dînî anlayışı bozulduğunda milliyet şuûru da bozulursa, aynı şekilde dili bozulduğunda milliyeti de çözülmeye başlar.
Bir milletin dili, onun sâdece yaşıyan nesillerine değil, bunlarla berâber geçmiş ve gelecek nesillere de âiddir. Öyleyse hiçbir neslin dil üzerinde kendi başına istediği gibi tasarruf hakkı yoktur. Her nesil ecdâdından devraldığı dili hassâsiyetle korumak ve sâdece yeni ihtiyâçlara, yeni gelişmelere binâen onu daha da inkişâf ettirerek müstakbel nesillere devretmekle mükelleftir. Aksi takdîrde nesiller arasındaki râbıta kopar ve yeni nesiller artık atalarının mensûb olduğu millete mensûb olamazlar.
Tek kelimeyle, dil üzerinde keyfî tasarruf, dille oynama, onu yoğuran milletin canına kasdetmektir.
Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu, Türkçenin yozlaşmasını önlemede tesirli olabiliyor mu? Nasıl veya Neden?
Dr. Yasa: Dil Kurumu’nun esâs kuruluş maksadı, Târihî Türkçenin -büyük bir kısmı İslâm medeniyeti kaynaklı olan- kelimeleri yerine, onu Fransızcaya benzetecek şekilde yeni kelimeler îmâl etmekti. Yâni Târihî Türkçenin yerine Fransızcaya benzer yeni, sun’î bir dil ikame etmek… Dil İnkılâbı denilen şey bundan ibârettir. Nasıl ki Târihî Yazımız yerine Latin Yazısı ikame edilip buna Harf İnkılâbı denmiştir… Yine aynen kıyâfet inkılâbı, hukuk inkılâbı gibi… Dahası, tam bir şahsıyetsizlik, tam bir maymun tavrı içinde Avrupa’nın her şeyi kopya edilip mürâice bunların “Türk yazısı”, “Türk kıyâfeti”, “Türk hukuku”, “Türk mûsıkîsi”, ilh… olduğu iddiâ edildiği gibi, Fransızcaya benzer bu uydurma resmî dil de “Öztürkçe” olarak kabûl ettirilmiye çalışılmıştır. Yâni Eski Anadolu Türkçesinin asırlar boyunca tekâmülüyle teşekkül eden o cânım İstanbul Türkçesi hâlis Türkçe değilmiş de, bunların uydurma, sun’î, Frenk mukallidi dili “Öztürkçe” imiş! İşte Türkçeye yönelik bu korkunç tahrîb faâliyetinde Dil Kurumu’nun rolü birinci derecededir.
Mâmâfih, Dil Kurumu, bu tahrîbkâr faâliyeti yanında Türk diline ve Türk edebiyâtına âid yüzlerce pek kıymetli eser neşrederek Millî Kültürümüze büyük hizmetlerde de bulunmuştur. Ayrıca, son senelerde, Uydurmacılığın öncüsü olma rolünü terk ettiği müşâhede edilmektedir. (Şu var ki şimdilerde, sârî, yaygın bir hastalık hâlinde, başta akademisyenler, yazarlar, mütercimler olmak üzere herkes kelime uydurmaktadır…) Hâl-i hâzırdaki Dil Kurumu Başkanı gayet şuûrlu bir Türkçeci olarak bilinmektedir. Lâkin bütün Devlet imkânlarını arkasına alarak pek kuvvetli bir cereyân hâlinde sürüp giden “Öztürkçecilik”le başa çıkabilmek için her kesimden milliyetçilerin (yâni Türk milleti, Türk kültürü âşıklarının) seferber olarak aksi istikamette daha kuvvetli bir cereyân meydana getirmelerine ihtiyâç vardır.
Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu’nun neşrettiği lügatleri nasıl buluyorsunuz?
Dr. Yasa: “Türkçe Sözlük” ve ihtisâs lûgatleriyle (“biyoloji”, “matematik”, “ekonomi sözlükleri” gibi) “Yoztürkçe”ye hizmete devâm ettiği gözlenmektedir. Bu lûgatler, baştan sona Uydurmaca kelimelerle doludur. Hâlbuki bu lûgatlerde hiçbir uydurma kelimeye yer verilmemesi, aksine bunların bir “Barbarca-Türkçe Lûgat” veyâ her lûgatte bu başlık altında bir bölümle Türkçe mukabilleri gösterilerek teşhîr edilmesi, kara listeye alınması ve vatandaşlarımızın bunları kullanmaktan caydırılmaya çalışılması iktizâ ederdi.
Ayrıca, Dil Kurumu’nun “Türkçe Lûgat”i, lûgat tekniği bakımından da pek kötüdür, hatâlarla mâlûldür. İki misâl vereyim: “Tercüme” ne demektir diye lûgate mürâcaat ettiğinizde, “harfiyen tercüme” anlayışı üzerine kurulu tipik “Öztürkçeci” zihniyetiyle “çeviri” kelimesine yönlendirilmektesiniz; pekâlâ bâri bu yanlış kelimeye bakarak tercüme vâkıasını anlamaya çalışalım diyerek o kelimenin îzâhatını okuduğunuzda, bu sefer de “tercüme” kelimesine yönlendirilmektesiniz! Hâlbuki bir lûgatte bir kelime, karşısına gûyâ anamdaşı olan bir başka kelime konularak îzâh edilemez; o kelimenin, alâkalı mütehassıs tarafından yapılacak “efrâdını câmî, ağyârını mânî” bir târifinin o maddede yer alması ve örnek cümlelerle de onun nasıl kullanılacağının gösterilmesi lâzımdır. Bu bakımdan, Fransızların Le Petit Robert‘i dört dörtlük bir lûgattir ve biz eskiden beri lûgatçilerimize onu kendilerine nümûne-i imtisâl almalarını tavsıye edegelmişizdir.
Dîğer bir misâl de, “mübâdele” kelimesinin “Türkçe Sözlük”teki gûyâ îzâhıdır. Bu lûgat, bu mefhûmu, “değişim, takas, trampa, değiş-tokuş” mefhûmlarıyle karıştırarak tamâmen mânâsız hâle getirmiştir. Uzun uzadıya îzâhatına girmeden Fransızcayla mukayese ederek şu kadarını söylemiş olalım: “Mübâdele”, “échange” karşılığıdır. İktisâddaki “échange en nature” “aynî mübâdele”, “échange monétaire” “nakdî mübâdele”dir. Bunlardan birincisi Fransızcada ayrıca “troc”, Türkçede “takas veyâ trampa” tâbir edilir ve çocuk diline âid olan “değiş-tokuş” da ilmî bir ıstılâh olamaz. “Değişim”e gelince, o (sayacaklarımızın tıpatıp hiçbirisi olmaksızın) “tahavvül”, “tebeddül”, “istihâle”, “inkılâb” gibi mefhûmlarla alâkalıdır ve Fransızcada daha ziyâde “changement” kelimesinin karşılığıdır. Bu arada şu husûsa da dikkat çekmiş olalım ki bütün bu kelimelerden her birinin de birçok farklı mânâsı ve kullanılışı vardır. Binâenaleyh bu kelimelerden her birinin karşısına bir uydurma kelime koyarak onu ifâde etmiş olmazsınız ve ayrıca, bunu yaptığınız zaman, her kelimenin, târihî seyir içinde kazandığı derin mânâları, çağrıştırımları (“connotation”lar) ve onlarla berâber Milletin târihî hâfızasını da yok etmiş, Millî Kültürü fecî şekilde budamış olursunuz. Meselâ Târihî Türkçenin “hayât” kelimesine mukabil uydurulan “yaşantı” ve “yaşam”ın hayâtla ne alâkası vardır? Birincisi, fiilden isim yapan -tı eki kelimeye küçüklük mânâsı veyâ değer düşürücü bir mânâ kazandırdığı için ancak kötü bir hayâtı ifâde edebilir: “Şu bizimkisi hayât değil, yaşantı be birâder!” gibi. Yine fiilden isim türeten -m ekiyle teşkîl edilmiş ikincisi ise, doğum, ölüm, yudum misâllerinde görüldüğü üzere, bir hamlede yapılan bir işi veyâ onun netîcesini ifâde ettiği için, aslâ “hayât” kelimesinin karşılığı olamaz. Hele bir de “hayât” kelimesinin târihî süreç içinde kazandığı farklı mânâlar ve onunla yapılmış tâbirler, atasözleri düşünülürse… “O, hayâtına girince, hayâtının seyri değişti ve hayâtı başka bir mânâ kazandı.” “Hayâtının baharında ölümcül bir hastalığa yakalandı.” “Ben ilmî araştırmalarımla hayât buluyorum.” “Hayâta gözlerini yummak”, “hayât pahalılığı”, “sâat beşte kampüste hayât durmak”, “hayât felç olmak”, “hayât-memât mes’elesi”, “Hayâtım!”, ilh…
Çetinoğlu: Neden Böyle oluyor?
Dr. Yasa: Dil Kurumu’nun, artık Uydurmacılığın öncülüğü rolünü terk etmiş olsa dahi, lûgatlerinde -maatteessüf- Barbarca kelimelere yer vererek onları resmî dil planında meşrûlaştırmasının ve bu sûretle daha da yaygınlaşmalarına âlet olmasının başlıca sebebi, Kültür Bakanlığı’nın 1. Türk Dili Kurultayı’nda resmen benimsenen şu sakîm anlayıştır: “Yapıca ve anlamca bozuk olan terimlerden tutunmuş, benimsenmiş ve dilde yer etmiş olanları birer galat örnek sayarak bunlara dokunmamak”… (Hamza Zülfikâr, Terim Sorunları, 1991: 18) Hâlbuki bunlar ne halkın galatlarıdır, ne de dilde her nasılsa yaygınlaşmış tek tük örneklerdir. Bunlar, resmî kültür jenosidi siyâsetinin bir tezâhürü olarak cebren ve hîleyle yaygınlaştırılmış ve Türkçenin irsiyetini (“génétique”), bünyesini bozan, Türkçeyi tabiî inkişâf mecrâından çıkarıp tereddî ettiren kelimelerdir. Binâenaleyh ne kadar şüyû bulmuş olurlarsa olsunlar, kat’iyen meşrû kabûl edilemezler! Bunlar, Türkçenin ayrık otlarıdır ve onları tek tek ayıklıyarak Türkçeye resmî dil planında da tekrâr hayât vermek lâzımdır. (“Yaşam” vermek değil!)
Çetinoğlu: Batı dillerinden gelen yabancı kelimeler baş tâcı edilirken, Farsça ve Arapça kelimelerin Türkçeden kovulması hakkında neler söylemek istersiniz?
Dr. Yasa: Bu tavır, tamâmen ideolojiktir ve yerine göre taassub, cehâlet, sû-i niyet veyâ marazî bir rûh hâlinin mahsûlüdür.
İdeolojik kasıd, husûsen 1930’larda ortaya çıkmıştır. Esâs mayası, Türkçe ve Türk târihi kadar Müslümanlık olan Milletimizin hayâtından İslâm bütünüyle kovulmak ve yerine tamâmen materyalizm, şahısperestlik ve Frenk kültürü ikame edilmek istenmiştir. Yâni bahis mevzûu olan topyekûn bir kültür jenosidir. Dikkat edilirse, ısrarârla ve istikrârlı bir şekilde hep İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimeler Resmî Dilden tasfiye edilmeye ve yerlerine, ya Frenkçeleri, ya da onlara benzer Uydurmacaları ikame edilmeye çalışılmaktadır. Bu bir Devlet projesidir ve proje, 1930’lardan beri (1950-1960 devresi bir dereceye kadar istisnâ edilirse) aksamadan yürütülmektedir. Bu husûsları hem Türkçenin Istılâh Mes’elesi‘nde, hem de Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi‘nde bütün delîlleri ve tafsîlâtıyla îzâh ettiğimiz için üzerinde daha fazla durmayı zâid addediyoruz.
Bâzıları da bütünüyle dilimizin malı olmuş, dilimize zenginlik ve güzellik katmış, gönüllü ve hazmedilmiş bütün bu kelimeleri dilden ayıklamayı milliyetçilik îcâbı zannetmektedir. Hâlbuki İslâmsız bir Türklük düşünülemiyeceği gibi İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimelerden ayıklanmış bir Türkçe de düşünülemez. Zîrâ böyle bir sun’î dil, ecdâdımızla aramızdaki râbıtayı koparır ve bizi köksüz, şekilsiz, şahsıyetsiz, kolayca Avrupa’ya temessül edecek bir kitle, âdeta bir sürü hâline getirir. Nitekim, Milletimizin büyük bir kesiminin bu hâinâne siyâset netîcesinde Avrupa’ya temessül ettiğini esefle müşâhede ediyoruz. Bu resmî, bu Avrupacı siyâset sâyesinde, içimizden, aynen İsmet İnönü’nün ifâde ve temennî ettiği gibi, Avrupalılardan hiçbir farkı kalmamış geniş bir kesim çıkarmışlardır. Yanlış bir milliyetçilik anlayışıyla hareket eden kesim şu hakîkati idrâk etmeli ki bugün dîğer Türk topluluklarıyla da aramızdaki dil bağı, Eski Türkçeye dayanan kelimelerden ziyâde İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimelerle kurulmaktadır.
Çetinoğlu: Yapılanlar sizce ne mânâ ifâde ediyor?
Dr. Yasa: Sû-i niyet ise, bilhassa Sabataî, Mason, Avrupaperest ve Şahısperest zümre için bahis mevzûudur. Bunlar sırf Türk milletini benliğinden koparıp laik ve emperyalist Avrupa’nın kuyruğuna takmak için bile bile böyle bir proje geliştirmişler, böyle bir harekât planlamışlardır. Bu zümre için sayısız isim arasından sâdece Tekinalp, mâhut adam ve İbrahim Necmi Dilmen’i hatırlatmakla iktifâ ediyoruz.
Çetinoğlu: Sebep nedir?
Dr. Yasa: Marazî bir rûh hâli… Ne kendi milletini ve Millî Kültürünü, ne de Avrupa’yı ve Dünyâ târihini lâyıkıyle tanımıyan bir zümrenin Avrupa karşısında kapıldığı aşağılık kompleksi, eziklik hissiyle ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki maddiyat ağırlıklı Avrupa Medeniyetinin üstünlüğü, hem kısmî, hem de muvakkattir. Kısmîdir, zîrâ mânevî derinlikten mahrûmdur ve bu bakımdan insanoğlunu sığ bir mahlûk hâline getirmektedir. (Buna mukabil İslâm Medeniyeti, madde-mânâ, dünyâ-âhiret muvâzenesi üzerinde yükselir ve bu haseple insanı daha fazla mes’ûd etmeye kabiliyetlidir.) Muvakkattir, zîrâ Avrupa’yı bize üstün kılan ilmî zihniyet ve usûlün, müsbet ilimlerin kaynağı İslâm Medeniyetidir ve biz bu planda da aslımıza rücû ettiğimiz zamân sür’atle Avrupa’yla maddeten de yarışabilecek hâlâ geleceğiz.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim Alparslan Bey, Cevaplandırmanızı isteyeceğim pek çok soru var. Başka bir röportajda inşallah…
Dr. ŞÂKİR ALPARSLAN YASA:
1949 senesinde Şanlıurfa’nın Bozova kazâsında doğdu. Babası Hokand’lıdır ve Hoca Ahmed Yesevî sülâlesindendir.
1967-1973 senelerinde Millî Eğitim Bakanlığı burslusu olarak ve iktisâd tahsîli maksadıyle Fransa’da bulundu. Tahsîlini tamâmlıyamadan Türkiye’ye döndü. Avdetinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) kaydolduğu hâlde o anarşi senelerinde yine tahsîlini yarım bırakmak mecburiyetinde kaldı. Bu arada, Yesevîzâde imzâsıyle, mecmûa ve gazetelerde makaleler ve tedkîk yazıları yazdı.
Anarşi mağdûrları için çıkarılan aftan istifâde ederek, 1992-1993 öğretim yılında SBF’ye tekrâr kayıt yaptırdı ve 1998 senesinde İktisâd Bölümünden mêzûn oldu. Hâcettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde kabûl edilen tez ile ‘Doktor‘ unvanı aldı. Aynı üniversitede Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalında Öğretim Görevlisi olarak ders verdi, 2013 senesinde yaş haddinden emekliye sevk edildi.
Tercüme sâhasıyle alâkalı ve muhtelif akademik mecmûalarda neşredilmiş -bâzıları kitap hacminde- 18 makalesi, tercüme kitapları, milletler arası sempozyumlarda sunduğu teblîğleri, değişik tercüme kitaplar hakkında hakem raporları bulunmaktadır.
Şâkir Alparslan Yasa; evli, 2 çocuk babasıdır.
YAYINLANMIŞ ESERLERİ:
Sevgi Peygamberi: (1996), Türk Eğitim Sistemi / Alternatif Perspektif: Türkiye Diyânet Vakfı Yayını. (Heyet azâsı olarak, 1996), Kamu Harcamalarında Etkinlik ve Parlamenter Denetim: (T.C. Sayıştay Başkanlığı Yayınları, 2002), Türkçenin Istılâh Mes’elesi ve İdeolojik Kaynaklı Sapmalar: Kurtuba Yayınları, 2013), Türkçenin İnkişâfı İçin
Tercüme: (Hitabevi Yayınları, 2014)
(ÖNCE VATAN GAZETESİ, 08 Ağustos 2015 Cumartesi)