21. Yüzyıl Dergisi 78. sayı”Ben teokrasi taraftarıyım. Teokrasiye kim itiraz edebilir ki! Hâşâ. Evet, ben, teokrasi taraftarıyım. Ama vekâleten değil! Allah’ın tahsildarları bulunduğuna inanmıyorum.” Bu, rahmetli Dündar Taşer’in teokrasi konusu açıldığında söylediklerinin özetidir.
Burada işi bitiren şu üç kelimedir: Ama vekâleten değil! Sıkıntı şu ki Hazreti Allah insanları bizzat yönetmeye kalkmıyor. Yönetim bilimi diliyle söylersek: “Mikro-management” yapmıyor. Onlara temel değerleri ve aklı veriyor ve bunlarla kendi kendilerini yönetmelerini istiyor. Dolayısıyla aracısız teokrasi yok. İşte bütün kavga da yalancı aracıların, vekillerin, tahsildarların iddialarından çıkıyor.
Katoliklikte aracılar belliydi. En tepede papa, sonra kardinaller… Mahalle kilisesinin papazına kadar giden bir organizasyon. Katolik papazlar insanları cehennemlik de edebilirdi; cümle günahlarını affedip cennetlik de. Günah affı işine bugün de devam ediyorlar.
Her şey İstanbul yüzünden bu hale geldi
Katolik kilisesinin Tanrı adına hareket edebilmesi Avrupa tarihindeki bir dizi tesadüfün neticesidir. Ferid Zekeriya “bütün bu işleri başımıza Konstantin açtı; başkent Roma’yı bırakıp İstanbul’a gitti ve giderken papayı yanında götürmedi; her şey bu yüzden böyle oldu ” diyor. Herhalde din ile devletin ayrılmasının tarihteki en fiilî ve fizikî örneği buydu: Devlet otoritesi bırakıp giderken din otoritesi Roma’da kalmıştı.
Sonra Papalık zenginleşti. Zenginleşince siyasî güce de erişti. Bir türlü merkezî devlete geçemeyen paramparça Avrupa’da manevî ve mali gücüyle kendisine askerî destek verecek yandaşlar, kontlar, dükler, krallar buldu. 1075’te Papa o güne kadar genelde krallarda, özelde de Roma Germen İmparatoru’nda bulunan kardinal tayin yetkisini uhdesine aldığını ilân etti. İmparator Dördüncü Henri’nin reaksiyonu kesindi: “İn aşağı, in aşağı ebedî lanetli!” Gregory, Henry’i aforoz ederek karşılık verdi. Sonra kısa bir siyasî bilek güreşi başladı. Derebeyler ve kardinaller Papa’yı tutunca Henry Papa’dan randevu istedi, af diledi, üç gün kabul edilmeyi bekledi ve ancak karda, yalınayak diz çökerek affı elde edebildi.
Bilek güreşi bununla bitmedi. İmparatorların papa azilleri, papaların imparator afarozları 1122 yılında Worms Konkordatı’na kadar sürdü. 1122’de Papalık Tanrı’nın vekili olarak hareket etme ve kendi teşkilatını tayin hakkını siyasî otoriteden aldı. Bu özerk kilise yapısının paralel – ama gerçekten paralel-siyasî gücü asırlarca devam etti. Kilise kral tayin eden, hal’eden, dünyayı kolonizatörler, emperyalistler arasında taksim eden, devlet reislerinin eşlerini boşayıp boşayamayacağına kadar burnunu sokan bir oyuncuydu. Katoliklik tam bir lider- doktrin- teşkilât yapısıdır. Lider Papa, teşkilat Kilise (büyük harfle; çünkü bu kullanış kutsal teşkilâtı kast eder: Papa’dan kardinallere ve sonunda köy papazlarına kadar) ve Katoliklik doktrini.
O sırada Asya’da
Doğu’da, hele hele Asya bozkırlarında durum çok farklıydı. Orada devlet baştan beri merkezidir. Siyasî otoritenin öyle kontlara, düklere tahammülü yoktur. Müslümanlarda ve bilhassa sünnî dünyada da tavuğun bacakları baştan ayrılmış, siyasî iktidar din adamlarının tayin ve azil yetkisini daima elinde tutmuştur. İmamı Âzam Ebu Hanife Abbasilerin kendisini ikinci kez hapsettiği sırada öldü. İmam Şafi idamdan kıl payı kurtuldu. Gazzali ” El-Münkızü min-eddalâl”de sultanın talimatı üzerine sapkınlıklarla mücadeleye giriştiğini ve Nişabur’a geldiğini yazar. Siyasî takip, talep ve baskı altında kalmayan, adımlarını hesaplı atma gereği duymayan pek az İslâm âlimi vardır. Dinî bir nas gibi savunulan Sünnî siyasî davranış reçetesi şöyledir: Zalim bir sultanın idaresinde kırk yıl, bir gecelik sultansızlıktan daha hayırlıdır!
İyi Müslüman etliye, sütlüye karışmaz, oturur ibadet eder! Ancak daha az zulmedecek bir sultan ufukta belirirse ona biat eder ve isyana katılır. Mevcut halifeye karşı alternatif halife adayı olabilme şartlarından biri “mevcut halifeye isyan etmek” idi. Belki bizim de oturup bizi kurtaracak bir liderin zuhur etmesini beklememiz genlerimize işlemiş bu kültür unsurunun sonucudur.
Bizim neo-Haricî siyasî ümmetçilerimiz, İslâm tarihinde çoğunlukla teokrasinin (her ne demekse) hüküm sürdüğü düşüncesini yaşatmaya çalışırlar ve inkâr edilemez tarihî gerçekler karşısında da şöyle bir cümle ile müdafaaya başlarlar: “Tabi, saltanat devirleri hâriç…” Burada “saltanat” ve “sultan” onlara göre şeriat dışı, keyfî yönetime işaret eder. Girdikleri hava, böyle devirlerin pek ender, kırk asırda bir falan zuhur ettiği, sair zamanlarda Müslüman devlet modelinin tıpkı Hasan El-Benna’nınki gibi yürüdüğüdür. Onlardan birinden şu ricada bulunmak isterim: Emevilerden başlayarak Müslüman dünyasına hâkim devletlerin belirtildiği bir tarih şeridi yapınız ve lütfen bunların hangisinin size göre “zalim”, “saltanat” devirleri olduğunu, hangilerinin olmadığını işaretleyiniz. Bakın bakalım tarih şeridi hangi renge boyanıyor.
Doğuda, yalnız Müslüman doğuda değil, Çin, Japonya, Rusya dâhil Asya’nın tamamında– belki Türklerden önceki Hindistan hariç– teokrasi değil, onun tam zıddı sezaropapist yönetim hâkimdir. Yani sezarın, yani devlet reisinin din teşkilatına da hâkim olduğu düzen. Din adamlarını siyasî iktidarın tayin ve azlettiği, merkezi devlet otoritesinin hangi şeriat ve hangi itikadın makbul olduğuna karar verdiği yapı. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki devletin Diyanet İşleri mensuplarını tayin ve azil yetkisine sahip oluşu Cumhuriyet’in icadı değildir. Bin küsur yıldan beri yapı farklı isimlerle aynıdır.
Bütün iktidar “lay”lere!
Takvimler 1789’u gösterirken Avrupa’nın kalbi sayılan Fransa’da bir meclis vardır. “Les États-Généraux” denilen bu danışma meclisinde üç sınıf eşit temsil edilmektedir. Bu, klasik Avrupa cemiyetindeki kuvvet dengelerinin belirlediği üç sınıftır. Birincisi ruhbanlardır. İkincisi asillerdir. Üçüncüsü reaya, düz halktır. İşte “lai” denilen bu üçüncüsüydü. Dolayısıyla laik (laïque), ruhbana, okumuşa, asile değil halka ait manasına geliyordu.
İhtilal koptuğunda, üçüncü sınıf, yani halk, Fransa’yı biz yönetiriz dedi ve millî egemenliğe giden yolda ilk adımı attı: Kendi adını “Millî Meclis” olarak değiştirdi. Bu başkaldırı hem merkeze, yani krala, hem de diğer iki sınıfa karşı idi: Asillere ve bir numaralı sınıf ruhbana! Katolik ülkelerde laiklik, egemenliğin ruhban sınıfından, halk adına, millet adına geri alınması demektir.
Protestan ülkelerde ruhban sınıfının hâkimiyeti daha önce kırıldığı için burada aynı kavram başka bir kelime ile, “dünyevî”, “dünyaya ait” anlamına gelen “seküler” ile karşılandı.
Zıt iki dünya
Şimdi Fransa’dan, İngiltere’den kafamızı kaldırıp Türkiye’ye bakalım. Tarihî gelişme açısından pek benzerlik yok; hattâ zıtlık var. Bir tarafta devlet gibi davranan bir kilise, diğer tarafta, yani bizde ise devletin kontrolündeki diyanet teşkilatı… Bu hüküm, Sünnî Müslümanların hemen tamamı için ve bütün tarih boyunca geçerli. Fukuyama bu hali, “Türkiye Avrupa’nın zıddı istikametinde hareket etti. Din üzerinde siyasi kontrolü arttırdı. Roma kilisesi devlet nitelikleri edinirken Türk devleti kilise nitelikleri edindi. ” diye anlatır. Türkiye dediği Osmanlı’dır. Fukuyama’nın bu hükmünü, papalık devlet yetkileri kullanıp, siyasî alanda da etkili olurken; Türk devleti dinî alanda da otorite sahibiydi, din adamlarını tayin ve azlederdi diye de ifade edebiliriz.
İlham: Tanrı’ya direkt hat
Peki, bu fark, daha doğrusu bu zıtlık, tamamıyla tarihin iki iklimde iki ayrı tarzda akışının sonucu mudur; yoksa Hıristiyanlık ile İslâmiyet’in özündeki bazı farklardan mı kaynaklanmaktadır?
Doğru cevap, kanaatimce, “her ikisi” olmalıdır. Konstantin’in başkenti ve başkentteki kardinali kendi başına bırakıp Bizans kolonisine göçmesi muhakkak ki önemli bir etkendir. Hun ve Germen hücumları ile Batı Roma’nın siyasî gücünü kaybetmesi ve Roma Kilisesi’nin o bin yıllık merkezde tek otorite olarak kalması da… Fakat Tanrı’dan daimî ilham ve haber alan ruhban, bu tarih med-cezirlerinden önce de Hıristiyanlığın yabancısı değildir. Unutmayalım ki bugün bildiğimiz İncil, Hazreti İsa’ya nazil olmamış, İsa’dan çok sonra azizlere ilham yoluyla yazdırılmıştır. Mademki ilham yoluyla bir çok azize (geriye dördü kaldı) kutsal kitap yazdırmak mümkündür, o halde bir papazın ilham yoluyla günahlarınızı affetmesi veya sizi cennetle müjdelemesi de imkân dâhilinde olmalıdır. İşte ruhban sınıfını yaratan temel mekanizma budur. Seçilmiş bazı kimselerin Tanrı ile iletişim halinde bulunması ve bunların halkın geri kalanına gerektikçe veya talep halinde haber ve talimat vermesi. Bu seçkin kimselerin örgütü de kilisedir.
Müslümanlıkta, hiç olmazsa sünnî Müslümanlıkta böyle seçilmiş bir azınlık yoktur. Dolayısıyla sultasından kurtulunacak bir ruhban sınıfı da. Tanrı indinde tek ölçünün kısmen etik ve vicdan diye de anlayabileceğimiz “takva” olduğu, Tanrı’nın herkese şah damarından daha yakın olduğu bu anlayışta herkes “lai”dir. Dolayısıyla laiklik diye bir problem ve kavram da olmamalıdır.
Ama vardır. Ruhban yoktur ama ruhban gibi davranmak isteyen, egemenliğe papazca el koymak için Tanrı adına konuştuğunu iddia eden sapkınlar vardır. Yazının başında Dündar Taşer Bey’in ifadelerinde sözü edilen yalancı vekil ve tahsildarlar işte bunlardır.