Hicran Göze Hanımefendi, ilk baskısı Eylül 2008’de okuyucuya sunulan ‘Mehmet Akif / Hüzünlü Bir Yolculuk‘ isimli eserinin, Eylül 2009’da yapılan ikinci baskısı için yazdığı önsözde; eseri niçin kaleme aldığını, eline kalem alan herkese örnek teşkil edecek edebî ve nefis üslupla şöyle açıklıyor:
‘… Kalemi, aczimin şuurunda olarak, Mehmet Akif’e duyduğum büyük sevginin ve hayranlığın verdiği cesaretle elime almıştım. Bu kitap büyük bir iddianın neticesi değildi. İslam Âlemi’nin içinde bulunduğu durumdan büyük üzüntü ve ızdırap duyan bir kadının, gerçek bir Müslüman nasıl olur sualinin bütün cevaplarını hayatının her safhasında olanca açıklığı ve güzelliği ile gözler önüne seren Mehmet Akif’in bilinmesi, unutulmuşsa hatırlanması arzusuydu.
Müslümanların, Müslümanlığın ahlakından, yani özünden ve gerçeğinden çok uzaklara düştüğü, altınla, gümüşle kucak kucağa yaşar olup ihtişam ve gösterişe merak sardığı devrimizde, bütün bunlara yan gözle dahi bakmayarak Hak bildiği yolda yürüyüp, madde planındaki fakirliğine asaletle göğüs gerip, kimseden bir şey beklemeden büyük bir fazilet macâdelesi veren Akif’i tanımaya bu gün hepimizin çok ihtiyacı var.
Temizlenmek, arınmak ve günahlarımızdan utanmak için.’
Eserin üçüncü baskısı Mart 2015’te 16,5 X 21,5 santim ölçülerinde 152 sayfa hacimle yeniden gün yüzüne çıkarıldı.
Yazar, eserini yazarken gözyaşlarını tutamadığını belirtip asil bir tevazu ile; ‘Akif’in o temiz pırıl pırıl, düşmanlarının bile inkâr edemediği berraklıktaki hayatının içine girince, zamanımızı istila eden kirlerden ve paslardan temizlendiğimi hissettim.’ Diyor. Kumpasla ölçülüp kuyumcu terâzisi ile tartılan kelimelerle dantel gibi örülen cümleleri okuyanlar da kendilerinin bir taksiri olmaksızın, içerisinde yaşadığı ve şâhit olduğu olaylar sebebiyle bedenlerine, hiç değilse gözlerine ve kulaklarına bulaşan kirlerden, kendi gözyaşlarıyla yıkanıp arınacaklar, hafifleyeceklerdir. Mehmet Âkif’i bütün ihtişamı ile tanımanın yanında ikinci ve bî müsl-ü baha manevi kazançtır. Bu kazançların küçük bir bedeli var: Başta Mithat Cemal ve Eşref Edip olmak üzere, okumakta oldukları eserin yazarına dua. Âlicenap okuyucu, rahmet-i Rahman’a kavuşanlardan Fatiha’larını, hayatta olanlara dualarını esirgemeyecektir.
Okuyucunun bir başka kazancı da, artık benzerlerine nadiren ulaşabileceği güzel, nezih ve zarif Türkçe ile yazılmış bir eser okumanın doyumsuz hazzıdır. Her satır hayranlıkla bir daha… bir daha okunacak, kır çiçeklerinin usaresi ile yapılmış kara kovan balının lezzet ve rayihasını son zerresine kadar hissedebilmek için damağında bekletir gibi aklında ve dimağında beklettikten, silinmeyecek bir şekilde hafızasına nakşettikten sonra, heyecan ve iştiyakla, sonraki hazlara dolu dizgin koşmaya devam edecektir.
Mehmet Akif Ersoy’un ulu şahsiyetinin roman üslubuyla anlatıldığı eser, tabutunun Beyazıt Camii’nde musalla taşına konulmasıyla başlıyor. Geri dönüşlerle Akif abidesi kelimelerle inşa ediliyor. Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa’nın tahsis ettiği Mısır Apartmanı’nda bulunan dairedeki son günleri hep hüzünlü yolculuğun izlerini taşıyor. Kendisinden ‘canlı cenaze‘ olarak bahsediyor.
Akif, talep üzerine Prenses Emine Abbas Hanımefendi için ‘Safahat‘a, ithaf yazısı yazmak isterken mecalsizlikten kalem elinden kayınca; ‘Kendisine bir şeyler yazacak birini buldum, fakat şimdi de yazacak takat bulamıyorum.’ Diyerek hüznünü ifade etmiş olmakla birlikte huzurludur. Ömrü boyunca Muhammedî bir tevazu içinde yaşayan, fakirliğiyle iftihar eden Akif, ilahî bir tevafukla ömrünün son günlerini Peygamber (sav) Efendimizle aynı yaşta ebedî âleme intikal edecek olmanın huzurunu yaşamıştır.
Yine Sayın Göze’den öğreniyoruz: 18 Mart 1915’e kadar Akif’in, Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. İman edercesine; ‘Bütün dünya toplanıp hücum etse, yine de Çanakkale sükût etmez‘ diyordu. Bu cümle aynı zamanda O’nun dilinden düşmeyen duası idi. Duasının kabul olacağına olan inancını, şiirine;
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğerki harbe giden son nefer şehit olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsar,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!
mısralarıyla yansıtıyordu
Mehmet Âkif Ersoy, Birinci Dünya Harbi sırasında Avusturya’dan sonra özel bir vazife ile Suudi Arabistan’a gönderilir. İngilizlerin tahriki ile bizi sırtımızdan vurmak için ayaklanan dindaşlarına, tezgâhlanan oyunları anlatmaya, vazgeçirmeye çalışacaktır. Bu görev için kendisine teklif edilen ücreti de, Türkiye’de kalacak olan eşinin masraflarının karşılanması teklifini de sert bir dille reddediyordu. Çölün öldürücü sıcağı ile ve tehlikeli tuzaklarla dolu zor yolculuklarda karşılaştığı engellerle kahramanca boğuşmuş, ümitsizliğe düşen arkadaşlarına moral vermişti. O’nu çölün kavurucu sıcağı değil, Çanakkale vahşetinin oluşturduğu yürek yangını yakıyordu. Bu yangını cehennemî öğle sıcağında Çanakkale’nin kurtulduğu müjdesini alınca, sevinç gözyaşlarıyla söndürebilmişti. O gözyaşları ki gece sabaha kadar hıçkırıklar arasındaki ‘Allah’ım, Çanakkale Destanı’nı yazmadan canımı alma‘ yakarışlarıyla devam etmişti. Hicran Göze bu olayı, Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın ifadeleriyle şöyle naklediyor: ‘Geceleyeceğimiz istasyonun ilerisinde bir tepeye çekildi ve görenlerin bildiği çölün yıldızlı gökyüzüne ışıklarını eklemiş mehtabın aydınlığında hıçkıra hıçkıra şiirini yazdı. Bu müsveddeyi daha sonra defalarca okudu. Fakat hiçbir esaslı değişiklik yapmadı.’
* * *
Göze Hanımefendi’nin yazdıklarından öğrenileceği üzere Mehmet Akif, kendi nefsine çok katı olmakla birlikte, muhataplarına hoşgörülü idi. Dünya görüşleri farklı olan Abdülhak Hâmid Tarhan’a nasıl olup da hayranlık duyduğunu merak edenleri; ‘Ben, Abdülhak Hâmid’in ne çıktığı yere çıkabilirim, ne düştüğü yere düşerim.’ Diyerek susturmuştu. O’nun, çok sevdiği dostlarının bulunduğu ve fakat içki içilen bir masada oturmak mecburiyetinde kaldığı andaki tavrı, pek çok kişiye örnek teşkil etmelidir.
Hicran Göze‘nin ‘Mehmet Akif – Hüzünlü Bir Yolculuk‘ ismini verdiği çalışması, ‘büyük bir mustaribin heder olmamış muhteşem hayatını‘ anlattığı kitap, ‘hatıra kırıntılarının derlemesi‘ gibi görünse de hepsi bir araya geldiğinde, kaşıkçı elması iriliğinde ve değerinde bir bütün oluşturan müstesna bir eserdir.
Bir toplumda, faziletli insanlar yetişmesini sağlamanın bir yolu da, o toplumda yaşamış faziletli insanları tanıtacak, sevdirecek ve örnek alınmasını sağlayacak eserler yazmaktır.
HİCRAN GÖZE:
Gazeteci, yazar ve hukukçu. Yarım asırdır devam gazetecilik ve yazarlık hayatında pek çok önemli esere imza attı.
1931’de Kadıköy’ünde İbrahimağa Mahallesi’nde, Ruhsar- İhsan Gürsan çiftinin kızı olarak dünyaya geldi. Çocukluğu, babasından ayrı olarak anneannesi Nigâr Hanım ve dayısı Basri Kayaman’ın himâyesinde, eski Kadıköyü’nün güzel ve nezih atmosferinde geçti. Kadıköyü’ndeki 35. Gâzi ilkokulunu bitirdikten sonra bir zamanlar Kızıltoprak’ta Zühtü Paşa’nın köşkü olan Kadıköy Kız Ortaokulu’nda birinci ve ikinci sınıfları okudu. Ortaokulu Zühtü Paşa’nın kızlar için yaptırdığı Kızıltoprak’taki taş mektep’te bitirdikten sonra gene aynı paşanın hayır eseri olan günümüzdeki adıyla Kenan Evren Lisesi’nde lisenin birinci sınıfını bitirdiği sırada okulun kapatılması üzerine lise tahsilini Çamlıca Kız Lisesi’nde tamamlayarak 1950 senesinde mezun oldu. Hayatına üvey baba olarak giren Avukat Burhanettin Güleryüz’ün fikrî yapısının şekillenmesinde payı büyüktür.
1950 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Sınıf arkadaşı olan Ergun Göze ile 1954’te evlendi. Fakülteden evliliğin araya girmesiyle ve anne olmanın yüklediği sorumluluk sebebiyle biraz gecikmeyle 1956 senesinde mezun oldu. Üç çocuğu, beş torunu ve bir de torun çocuğu bulunmaktadır.
Bir dönem ‘Bâbıâli’de Sabah Gazetesi ‘nde imzasız olarak ‘Kadın ve Ev ‘ köşesini hazırladı. Hicran Göze’nin, ‘Yeşilay ‘, ‘Töre‘, ‘Büyük Türkiye‘, ‘Şadırvan ‘ ve ‘Kubbealtı Akademi’ mecmualarında yazıları yayınlanmıştır.
Gençlik yıllarında Yeşilay Cemiyeti Kadınlar kolu gibi birçok dernek bünyesinde aktif faaliyet gösteren Hicran Göze, yazı çalışmalarına hâlen devam etmektedir.
Yayınlanmış eserleri: *O Bir Yetim İdi, *Sulh Peygamberi, *Kılıcın Hakkı (üç safhada Hz. Peygamberin hayatı), *Türk Kadını (Muhtelif mecmualarda çıkan yazıların toplamı), *İçkinin Kokusu, Sigaranın Dumanı ve Kadın (Uzun seneler Yeşilay mecmuasında çıkan yazılar), *Âyetler ve Kadınlar (Kadın konusundaki âyetleri inceleyen bir araştırma), *Zor Yılların Zor Kadını Halide Edip Adıvar (biyografi), *Mâverâdan Gelen Ses (Sâmiha Ayverdi biyografisi), *Kadıköylü Yıllarım (hâtıra ), *Hüzünlü Bir Yolculuk – Mehmed Âkif (biyografi), *Bir Zamanların Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları