Ali Osman Yemen’de

110

İzmit-Güvercinlik Köyünden askerlik için Yemen’e giden, Ali Osman burada 12 yıl kalır.

Anadolu’nun güzel çocukları ve onların komutanları bilirler ki Yemen giderse, Mekke-Medine (Hicaz) da gider. Bunun için bu topraklarda hem oyuna getirilen yerli Arap Çeteleri ile uğraşırlar, hem de batının Osmanlı düşmanlarıyla mücadele verirler.

Bu Türk ve İslam düşmanlarının başında İngilizler gelmektedir.

İslam Dünya’sı için Yemen çok çok önemlidir. Yemen ile Kızıldeniz kontrol edilir, Kızıldeniz ile de Hicaz bölgesi korunmuş olur.

Yemen’in, Osmanlının bir parçası olması 1517 Ridaniye Savaşı sonrasıdır. Yani Yavuz Sultan Selim zamanı. Elimizden kesin çıkması ise, 1918 Mondros Mütarekesi ile olmuştur. Hemen hemen 400 yıl Osmanlı’nın, yani Türklerin korumasındadır Yemen. Bu süre içinde dile kolay 310 bin Şehit vermişiz Mekke-Medine’nin ileri karakolu olan Yemen bölgesinde.

Yemen halkının bir kısmı, Türklerin Kâbe’yi (Hicaz Bölgesi) korumak için orada bulunduğunu bilirler ve Türk halkını severler.

Ama başta Zeyd’iler olmak üzere bir kısım Yemenliler de isyan ve tuzaklarla ve de dış güçlerin etkisiyle maalesef 300 bini aşan Türk evladını orada şehit etmişlerdir.

En büyük kayıp da, 1907-1911 yılları arasında İngilizlerin desteklediği Halife İmam Yahya döneminde olmuştur. Çok ilginçtir, 1911’de Osmanlı’nın yarı bağımsızlık verdiği Yemen ve Onun başındaki İmam Yahya, bu tarihten sonra da hep Osmanlı’nın yanında yer almış ve İngilizlere karşı Türklerin yanında savaşmıştır.

Şerif Hüseyin’in alçaklığını ve hainliğini yaşamamıştır.

1918’lerden sonra başsız ve korumasız kalan Türk askerleri, ya şerefini koruma adına İngilizlerle savaşarak esir veya şehit olma durumunda kalmışlardır, ya da bir kısım Türk askeri de Yemen’i vatan edinmiştir. Bugün bile 10.000 civarında Türk vardır Yemen’de. Bir kısmı da, kendi başına her türlü tehlikeyi göze alarak Anadolu’ya dönmeye çalışmışlardır.

İşte; kendi imkânlarıyla Anadolu’ya dönmeye çalışanlardan biri de Ali Osman Çavuştur. Yemen’deki askerlik süresi içerisinde, Ali Osman artık çavuş da olmuştur.

Ali Osman üç arkadaşı ile yola çıkar. Gece yol alır, gündüz ise saklanarak yaya olarak köylerine gelmeye çalışırlardı.

Bir gece ansızın isyancı Arap eşkıyaları tarafından baskına uğrarlar. Bu arada Ali Osman’ın iki arkadaşı şehit edilir. Kendisi bir kayanın arasında gizlenmiş, kurtulmuştur. Ancak, ne acıdır ki iki arkadaşı öldürülmekle kalınmamış, parçalanmış, midesinde ve bağırsaklarında altın aranmıştır. Bu eşkıyaların kullandıkları ateşli silahlarının(İngiliz hediyesi) yanında, diğer silahları da cenbiye (kama-bıçak) dedikleri, bugün bile Yemen’de bellerine takıp gezdikleri kamadır.

Ali Osman, artık yalnızdır. Arap çöllerinde tek başına, gündüz saklanıyor gece de yol almaya çalışıyordu.

Aylar sonra Halep’e varır. Halep’e vardığını, daha sonra yakın dostlarına, “Sanki köyüme geldim. Halep beni o kadar rahatlattı” der.

Halep, Gaziantep, Adana derken Konya’ya varır. Konya’da büyükçe bir köyde, bir akşam misafir kalır. O gece sohbetler yapılır, duygulu anlar yaşanır.

Sabah olur, çorba içildikten sonra Ali Osman ev sahibi adamın elini öpmek ister. Bir taraftan da yola çıkmak için acele etmektedir. Ev sahibi yaşlı amca elini vermez ve Ali Osman’ı bir odaya çekerek Ona “Oğlum, iyi bir insana benziyorsun. Benim üç kızım var, Oğullarım hep şehit oldular, gel benim evladım ol. Kızımın biriyle yuva kur. Hem ben yaşlandım ve yalnızım hem de şehit olan oğullarımın acısını biraz olsun dindirmiş olurum” der.

Ali Osman, ev sahibine sarılır, elini öper “Amca, 12 yıldır, anamı-babamı köyümü özledim. Onlar da sağ mı- ölü mü bilmiyorum. Müsaadenizle ben yoluma devam etmek istiyorum.” der.

Ev sahibi amca; bu misafir gencin koluna girer, dış kapının arkasında, muhafazalı bir odaya götürerek orada iki teneke altın ve gümüşü gösterir. Ona: “Oğlum, evladım bunlar da senin, mülk de senin olacak, beni yalnız bırakma” der.

Ali Osman’ın gözü hiçbir şey görmemektedir. Yoluna devam etmek ister. Yaşlı ev sahibi ile duygusal bir zaman dilimini paylaşır, elini öper, helalliğini alır ve yoluna devam eder.

Zaman, gün ve ay bilinmez. Geçmiş zamandır çünkü. Kayıt tutmak da yok, herkes can derdinde. O zamanlarda ne mal, ne mülk, Dünya nimetlerinin para etmediği zamanlar…

Nihayet Adapazarı’na gelir Ali Osman, daha sonra anlatır yakınlarına. “Adapazarı civarında bir köye yakın yerde, beni inzibat gördü. Baktım bana doğru geliyor. Ben de bir eğrilti ve şahmelik denen bitkilerin arkasına saklandım ve bildiğim bütün duaları okudum. Öyle ya, taa Yemen’den, Arabistan’dan gel, köyüne yaklaşmışken seni devriyeler yakalasın, doğru cepheye. Ben cepheden kaçmıyorum ki, anamın-babamın elini öpüp üç gün köyde kalayım, sonra da ben zaten gönüllüyüm cepheye gitmeye.”

Çok ilginçtir, ben bu otların arkasında vücudumun yarısı gözüktüğü halde, inzibatlar iki kere yanımdan geçtiler. Ya beni görmediler veya görmezden geldiler, bilemiyorum. Oradan kurtulur, kurtulmaz doğru Güvercinlik’e köyüme geldim.

Doğduğum, büyüdüğüm evin kapısını çaldım. Açılmasını beklemeden ağaç kapıyı gıcırdatarak ben açtım. Bu arada sabırla kapıya kim çıkacak diye bekledim. Saç, sakalım karışık ve üzerimdekiler pekiyi değildi. Biraz sonra kapıya doğru anam geldi. Beni gördü. Ama hemen eve, geri içeriye döndü. Bu hareketini anlayamadım.

Az sonra, baktım anam iki dilim ekmek ve arasında bir kapak (büyükçe dilim) peynir koymuş, bana doğru yaklaştı ve bu getirdiklerini bana uzattı.

Anladım ki, anam beni dilenci sanmıştı. Kaskatı kesildim. Elim-ayağım tutmaz oldu. Konuşamadım. İyi ki konuşamadım, belki bu arada anama bir şey olurdu.

Çünkü anam, babam beni öldü biliyordu. O zamanlar Yemen’e giden, gelmezdi ki. Hem de 12 sene aradan sonra.

Anamın elinden ekmeği almadım. Evin arkasına doğru gittim. Baktım ailemiz harman döğmekle meşguller. Harmanda iki çift öküz, düvenle sapları saman yapmak, taneleri ayırmakla meşguldüler.

Harmana biraz daha yaklaştığımda, armut ağacının dibinde babamı ibrikle abdest alırken gördüm. Yanına yaklaştım, selam verdim.

O da bana dönerek selamımı aldı ve “Hoş geldin, misafir, buyur gel otur şuraya” dedi. Anladım ki babam da beni tanıyamadı.

Henüz ayaktaydım. Bir şeyler demek istiyordum ki, arkamdan anam hışımla bana doğru koştu ve sarıldı.”Oğlum, yavrum, kuzum benim!” dediğini duydum. İkimiz de kendimizde değildik!

Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Kendimi anamın kucağında, dizinde buldum. Bir elimi anam tutmuş, diğer elimi de ıslak abdest sulu elleriyle babam tutuyordu.

Artık harman işi durmuş, bütün ailem başucumda, hatta ne çabuk duyulmuş ki köyün yarısı benim yanımdaydı. Ama dedem yoktu, kocaanam yoktu, köyde birçok büyüğümüz ahirete göç etmişti, bu zaman diliminde…

Sonradan Ali Osman’ın anası diyor ki “Seni dilenci zannettim oğul, benden ekmeği almadın. İçime bir ateş düştü, sonra kokunu aldım. Yaradan’ım bana hissettirdi. Seni içimde, gönlümde hissettim. Analık kolay mı?” Çocukluğun, askere gidişin gözlerimin önüne geldi.

Doğru söylüyordu Halise Ana. Analık kolay değildi…

Evet, Ali Osman Çavuş dedemiz, yıllar sonra nice olay ve tehlikelerden sonra, yuvasına dönebildi. Belki ama körlenen, yok olan, aynı sülaleden üç hanenin yerinde yeller esmekte, şimdi ise bahçemizdeki yeri kazdığımızda ise temel taşları ve kiremit parçalarıyla karşılaşıyoruz ve bugünün kuşakları, nesilleri olarak anlıyoruz ki, bu vatan kolay korunmamış ve sahip olunmamış.

Peki, bugün ne durumdayız?

Düşmanlar mı?

Aynı…

Sadece bazen şekil ve taktik değiştiriyor, o kadar.