Kıbrıs Gazisi, Emekli Yarbay ve Yazar ATİLLA ÇİLİNGİR, (KKTC’nin 31. Kuruluş Yıldönümü Dolayısıyla)
Yavru Vatan KIBRIS‘I Anlatmaya Devam Ediyor.
Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’nin Kıbrıs’a olan ilgisinin haklılığını ispat için Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türk yöneticilerin ortaya koyduğu deliller nelerdir? Emekli Yarbay Atilla Çilingir: Türkiye’nin Kıbrıs adasına olan ilgisini biraz da yakın tarihimizin sesiyle açıklamak isterim: Öncelikle şu gerçeğin altına çizmek gerekir: Kıbrıs konusuna, ‘Milli Dâvâ” niteliğini Türk Milleti vermiştir. Dolayısıyla bu tarihî gerçek, Türkiye’nin Kıbrıs’a olan ilgisinin temelini teşkil eder. Diğer önemli bir husus ise; ülkemizin 1959-1960 yıllarında imzalanan Londra ve Zürih anlaşmalarından doğan ada üzerindeki hukukî haklarıdır. Hiç kimse bu anlaşmalar 1963 ve 1974 yıllarında adada yaşanan gerçekler sebebiyle ‘ortadan kalkmıştır‘ diyemez. Çünkü o yıllarda yaşanan tarihî sürece Rum tarafı sebep olmuş, Türkiye’de bu anlamaların kendisine tanıdığı hukukî garantörlük hakkını kullanmıştır. Zâten milletlerarası camia 1968 yılından beri devam ede-gelen taraflar arası müzâkereler sürecinde de, Rum tarafının hukuka aykırı bir biçimde Avrupa Birliği’ne (AB) üye olduğu 2004 yılında beri de; 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımakta, 1959 ve 1960 anlaşmalarına göre kurulan yapıyı esas almaktadır. Aslında burada göz ardı edilen önemli bir husus vardır ki, kısaca şöyle özetlenebilir: 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, 1964 yılında adanın kuruluşuyla ilgili bütün anlaşmaları feshettiğini resmen açıklamıştı. Kıbrıs Türk tarafını ortaklıktan atmış, 1963 olayları ile neredeyse Kıbrıs Türk’üne adayı zindan etmiş, 15 Temmuz 1974’te adada gerçekleşen darbe ile Helen Cumhuriyeti adında illegal bir oluşum gerçekleşmiştir. Fakat ne yazık ki BMT’na üye ülkeler, yaşanan bu tarihî gerçekleri göz ardı etmişlerdir. Türkiye, 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Türk Halkı’nın topluca imha edilmesini önlemek ve adanın Yunanistan’a ilhakına mâni olmak maksadıyla, garantörlük hakkını kullanmış ve duruma müdâhale etmiştir. Bu müdâhale ile sâdece adaya değil, aynı zamanda Yunanistan’a da barışı, özgürlüğü ve demokrasiyi getirmiştir. Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin müdâhalesi sonrasında Yunanistan’da bulunan cunta yönetimi yıkılmış ve demokratik yönetim yeniden tesis edilmiştir. Buna rağmen Türkiye suçlu sandalyesine oturtulmuş, adada işgalci ilan edilmiştir. İşte bu gerçek, batılı ülkelerin ikiyüzlü politikasının ta kendisidir. Özetleşmiş olduğum gerçekler, ülkemizin Kıbrıs Konusundaki haklılığının hukukî delilleridir. Bunun dışında Atalarımızın ada üzerindeki 307 yıllık hâkimiyetinin bir yansıması olarak, Kıbrıs Türk Halkı’nın ada üzerindeki hukukî haklılığını ortaya koyan en çarpıcı ve yazılı gerçek, 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin, anayasadan doğan hakla, kurucu ortağı olmasıdır. Ayrıca çok önemli bir gerçek daha vardır ki, bu da adanın tapu kayıtlarında yazılıdır. Çünkü hâlâ milletlerarası hukuk kurallarıyla sâbit ‘vakıflara ait arazi ve mallarının’ adada var olan kayıtlarıdır. Özellikle Osmanlı döneminden kalan ve tapu kayıtlarıyla belirlenmiş Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Paşa Vakıflarına ait arazilerin Kıbrıs Türk Halkı’na aittir. 1963 olayları sebebiyle Rumlar tarafından yakılıp, yıkılan ve el konulan, Adanın güneyinde bulunan 103 Türk köyünün arazi, mal ve mülkü Kıbrıs Türk Halkı’na aittir. Adanın 307 yıllık Osmanlı hâkimiyeti döneminde, özellikle Karaman Sancağından Kıbrıs’a gelip de yerleşen Kıbrıslı soydaşlarımızın atalarının 1570’li yıllara dayanması, Kıbrıs Türk’ünün neredeyse 5 asırdan beri Kıbrıs adasındaki varlığının ve hakkının en çarpıcı delilidir. Dünya petrol üretiminin neredeyse yarısından çoğunun sağlandığı bu bölgede; Orta Asya ve Ortadoğu petrollerinin batılı ülkelere taşınmasında, önemli bir istasyon konumunda olan Türkiye; milletlerarası enerji güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’la ilgilenmek mecburiyetindedir. Unutulmasın ki, günümüzde bu ada benimdir, hukukî temsilcisi de benim diyen Rumlar, asırlar boyunca Osmanlının, Kıbrıs Türk’ünün yanında çalışmış, onların hak ve adâletine sığınmışlardır. Çetinoğlu: Size göre, dile getirilmeyen-getirilemeyen başka gerekçeler var mı? Çilingir: Kıbrıs adasında, Türkiye’nin ve K.K.T.C.’nin ilgisinin ve varoluş sebebinin asla silinemeyeceği, yok sayılamayacağını belirleyen çok önemli iki neden daha vardır! Bu iki hususu ülkemizin çok kritik bir süreç yaşadığı bu günlerde özellikle ifade etmem gerekir. Birinci sebep: 648 yılında ilk İslam donanmasının adayı ele geçirmesi sırasında, Peygamber Efendimizin Süt Teyzesi Hala Sultan Hazretleri, Şahâdet mertebesine erişmesi sonucunda burada metfundur. 1571 de Lala Mustafa Paşanın Kıbrıs’ı ele geçirmesi sırasında şehit düşen kimi tarihçilere göre 50.000, kimilerine göre ise 80.000 askerden oluşan atalarımız genellikle Güney Rum kesiminde kalan şehitliklerde yatmaktadır. Ve yakın tarihimizde 20 Temmuz 1974’de ‘O Gazi Topraklar’ uğruna seve, seve hayatlarını fedâ eden Mehmetçiklerimizin, Kıbrıs Türk Mücâhitlerimizin aziz bedenleri, K.K.T.C.’de bulunan şehitliklerimize emânet edilmiştir. İkinci husus ise: Şahâdet mertebesine erişen bu kahramanların, Kıbrıs’ta göndere çekmiş oldukları; dağa, taşa işledikleri Aziz Sancağımız, Ay Yıldızlı Bayraklarımızın adada ki varlığıdır. Her şey göz ardı edilebilir fakat asırlardan beri ‘O Gazi Toprakların’ Türbedarlığını yapan aziz şehitlerimizin ve onları gölgesiyle koruyup, kollayan şanlı bayraklarımızın varlığı asla göz ardı edilemez. Bu çok önemli iki husus; Kıbrıs üzerindeki hukukî ve tarihî ilgimizin, hakkımızın da üzerine çıkan, milletimizin millî ve ulvî değerlerinin adaya yansıyan en önemli gerçekleridir.
Çetinoğlu: Kıbrıs’ta nihâî, kesin ve âdil bir çözüm için ‘olmazsa olmazlarımız’ nelerdir? Çilingir: Kıbrıs adasında kesin, nihâî ve kalıcı bir çözüm için Türkiye’nin olmazsa olmazı; 2004 yılında adada oylanan ‘Annan Tuzak Planı” öncesinde T.B.M.M.’de onaylanmış olan ülkemizin kırmızıçizgileridir. Açıklayacağım bu kararlar manzûmesi hâlen geçerliliğini korumaktadır. Bu kararlarda:
– Adada iki eşit halkın var olduğu,
– Adada iki ayrı devletin mevcudiyeti,
– Türkiye’nin garantörlük hakkının devam edeceği,
– Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesinin bozulmayacağı,
– K.K.T.C.’nin bağımsızlığı, eşitliği, barışın devamı, refahı ve kalkınması için her türlü desteğin verilmeye devam edeceği belirtilmiştir.
Sıralamış olduğum hususlar adada varılacak muhtemel bir mutabâkatın içerisinde mutlak surette olması gereken hususlardır. Bunların bir tekinden dahi vazgeçmek, ilerleyen dönemde Türkiye ve K.K.T.C. için geçmiş dönemde yaşanan o sıkıntıların Kıbrıs’ta yeniden başlamasına sebep olacaktır. Çünkü Rum tarafının millî duruşu ve amacı hiçbir dönemde değişmemiş, değişmeyecektir. Bu duruşun baktığı taraf, adanın Yunanistan’a bağlanmasıdır.
Çetinoğlu: Bu şartları kabul ettirebilir miyiz? Çilingir: T.B.M.M.’de kabul edilmiş ve hâlâ geçerliliğini koruyan ülkemizin kırmızıçizgilerini yıllardan beri devam eden müzâkere masasında savunmak ve muhataplarına kabul ettirebilmek, ülkemizde iş başında olan hükümetlerimizin dış politikalarına ve milletlerarası konjonktüre bağlıdır. Unutulmasın ki, millî davalar uzun soluklu mücâdeleler ve dik duruşlar gerektirir. Kıbrıs Millî Dâvâmız hiçbir sebep uğruna fedâ edilemeyecek kadar önemlidir. Bu yüzden ülkemizin dış politikasında çok önemli bir yeri olan ve son 60 yılına damgasını vuran Kıbrıs konusunda Türk Milletinin ve Kıbrıs Türk Halkı’nın, milletlerarası arenada kazanılmış hukukî haklarını yılmadan ve cesaretle savunmak; adadaki, kalıcı ve nihâî çözümün vazgeçilmezleri olmalıdır. Şurası unutulmamalıdır ki! Güney Rum Kesimi, adada alabileceği her şeyi almıştır. Hâlâ adanın legal hükümeti gibi tanınmaktadır. Milletlerarası anlaşmalara aykırı olarak, AB’ye üye yapılmış olup, Kıbrıs adasına yapılan her türlü ekonomik yardımdan kanunsuz bir biçimde tek başına faydalanmaktadır. Çünkü hâlâ adanın kuzeyine, Kıbrıs Türk Halkı’na uygulanan her türlü ekonomik ve siyasî ambargo devam etmektedir. Bu insanlık dışı uygulama, hem de BMTna göstere, göstere yapılmaktadır. Bu sebeple 1968 yılından beri süregelen müzâkerelerde, Rum tarafının yegâne isteği; adanın kuzeyine yeniden dönmek, 1960’da olduğu gibi adaya bir düzen getirmek, Kıbrıs Türk Halkı’na azınlık hakkının dışında bir hak vermemek ve AB şemsiyesine sığınarak, Türkiye’nin garantörlük hakkını ortadan kaldırmaktır. Yunanistan’ın ve batılı ülkelerin ulaşmak istediği sonuç; Enosis’tir. Yâni adanın Yunanistan’a ilhakıdır. Bu sonuç; asırlardan beri Rum Ortodoks Kilisesinin, Rum Millî Konseyinin, anavatanları Yunanistan’ın ve arkalarındaki en büyük güç Hıristiyan âleminin de hedefidir. Çetinoğlu: Güney Kıbrıs yönetiminin Avrupa Birliği’ne üye oluşu, Londra ve Zürih Anlaşmalarına aykırıdır. Buna rağmen Türkiye, üyeliğin gerçekleşmesine engel olamadı. Gelişmeleri özetleyip neden engel olamadığı hakkında bilgi lütfeder misiniz? Çilingir: Güney Rum Kesiminin AB’ye üye oluşu da, adanın Türk Milletinden ve Kıbrıs Türk Halkı’ndan söke, söke alınabilmesi için kurgulanmış, başarıya ulaşmış Bizans oyunu senaryolarından bir tanesidir.
‘Annan Tuzak Planı’ ile ortaya konulan bu senaryonun hayata geçirildiği 2004 yılında, ne yazık ki, ülkemizi yöneten hükümet bu tuzağa düşmüş, AB ile başlatılacak olan müzâkereler sürecinde neredeyse Kıbrıs Türk Halkı bu sürece fedâ edilir hâle gelmiş/getirilmiştir!
Çünkü Annan Planı’na ‘hayır’ cevabı verildiğinde otomatikman geçerliliğini kaybedecek olan bu plana, Rum tarafı ‘Hayır’ dediği halde, AB’ye üye yapılmış; adanın devlet statüsünü ortaya koyan 1959 ve 1960 anlaşmalarına göz ardı edilmiştir.
Açıkçası hem Türkiye ve hem de K.K.T.C. bu süreçte AB tarafından aldatılmıştır. Ancak o döneme dönüp baktığımızda; Türkiye’nin AB müzakerelerine başlayacağı o süreçte Türkiye; AB’nin ‘komşularla sıfır problem‘ dayatması ile karşılaştı. Türkiye’ye, ‘Yunanistan’la problemlerini çözmeden müzâkere başlamaz‘ deniliyordu. Türkiye, AB’ne; ‘Kıbrıs meselesi AB’nin konusu değil, BMT’nın konusudur.’ Diyemedi. Bunu rahatlıkla söyleyebilirdi çünkü o dönemde Kıbrıs, BMT’de görüşülmekte idi.
Yine o süreçte; ‘Kıbrıs konusunda tâvizler verilebilir‘ anlamında sözler söylendi. Adı belirtilmeksizin Sayın Rauf Denktaş kast edilerek; ‘Kıbrıs konusu kimsenin şahsî dâvâsı değildir‘ denildi. Böylece Kıbrıs konusunda tâvizler dönemi başlamış oldu. Günü gelmiş, Kıbrıs Milli Dâvâmıza ömrünü adamış, bu konuda Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk’ünün hakkını ve hukukunu başarıyla savunmuş, bir dâvâ insanına, son Türk Devletinin Kurucu Cumhurbaşkanlığını yapmış olan bir devlet adamına; o süreçte yapılan yanlışlara dikkat çekmek adına ve Türk Milletini bilgilendirmek maksadıyla geldiği anavatanından: ‘Git sen kendi ülkende davanı savun’ Denebilmiştir. Sanki Türkiye O’nun da vatanı değilmiş gibi…
Yine yıllar önce K.K.T.C.’de kimilerince yönlendirilen ve Türkiye aleyhine yapılan ayıplı mitinglere; haklı da olsa yöneticilerimizin vermiş olduğu tepkilere karşı sergilenen bir genellemede Kıbrıs Türk Halkının ‘besleme‘ yerine konulduğu da unutulmuş değildir!
Bu tespitlerimi şu sebeple yaptım: Son 12 yıl içerisinde K.K.T.C’de yaşananlar, oluşturulan algılar, Kıbrıs Millî Dâvâmız, ‘verelim kurtulalım‘ şekline dönüşmüş, çok tehlikeli bir sürece sürüklenmiştir. İşte böylesi bir ortam Rum tarafının, ada üzerinde eli, kolu, kulağı olan emperyal güçlerin arayıp da bulamayacakları bir ortam meydana getirmiştir.
Ancak son birkaç yıldan beri T.C. Hükümeti, adada son dönemde yaşananların, neleri kaybettirmeye yönelik olduğunun farkına varmış, Rumlara verilen tâvizlerin, onlardan daima bir adım önde olacağız söylemlerinin; çözüme katkı değil, tam tersine Rum tarafına avantaj sağladığının farkına varmıştır. Bilindiği üzere Rum tarafı, yine kendisinin yarattığı bir bahane ile ( münhasır bölgede aradıkları petrole, ülkemizin misliyle karşılık vermesini bahane ederek) devam eden müzakere masasından kaçmışlardır!
Unutulmasın ki! Kıbrıs sâdece bir ada değildir, bir simgedir. Bundan öte TC’nin bir savunma üssü, bir fay hattıdır.
Özellikle Kıbrıs konusu, kimilerinin öngördüğü gibi bir alış – veriş, borç – alacak muhasebesi hiç değildir.
Sıraladığım gerçeklerin ışığında o süreç ne yazık ki, iyi yönetilememiştir. Rumların AB’ye tek taraflı olarak üye yapılması sonrasında, ülkemizin yetkilileri de bu konuda AB’nin ve BMT Genel Sekreteri’nin ikircikli davrandıkları tespitini yaparak, ülkemize ve Kıbrıs Türk Halkı’na yapılan haksızlıkların boyutunu ortaya koymuşlardır.
Rum kesiminin 1959-1960 anlaşmalarının ilgili maddelerine rağmen, gayrı hukukî bir şekilde AB’ye üye yapılması adada var olan gerçeği değiştirmiş değildir. Çünkü GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) Kıbrıs Türk Halkı’na ve adanın tamamını temsil etmemektedir. Kıbrıs Türk Halkı’na adına bir karar verme yetkisine de sâhip değildir.
(DEVAM EDECEK)