Soma’da 13 Mayıs 2014 tarihinde yaşanan facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçti. 301 işçi şehit oldu, çoğu ağır olmak üzere 80’den fazla işçi yaralandı. Birkaç gün sonra, 18 kişinin gözaltına alınması, bunlardan 5 kişinin tutuklanması, ‘yandaşları koruma‘ operasyonu olarak yorumlanıyor. Böyle bir uygulama, asıl facianın büyüklüğünü gölgede bırakan daha büyük bir faciadır.
Tartışmasız olarak kabul edilebilecek gerçek ise, Ağustos ayında ve gün ortasında görünen güneş gibi gözler önündedir: Kazanın sebebi ihmal ve kusur, ihmal ve kusurun sebebi ise denetimsizliktir. İhmal ve kusurları bulunanlarla birlikte denetim görevini yapmayanlar, yapılmasını engelleyenler ibret olacak tarzda cezalandırılmadığı sürece, maden ocakları başta olmak üzere, her alanda ölümcül kazalar için ‘fıtrat‘ denilip geçme teşebbüsünde bulunulur.
‘Fıtrat‘ insanın ve tabiatın yaratılışı sırasında var olan özelliklerdir. Bu özellikler, Cenab-ı Allah tarafından verilir. İslamî eğitim verilen okulların ilk yılında öğretilir ki; ‘Allah Teâlâ, hiçbir kulu için kötü bir kaderi önceden belirlemez.’
Soma faciası, insanın, tabiatın ve işin fıtratından değildir. Olsa olsa, ‘kaza‘ denilebilir. Akl-ı selim sâhipleri, onu bile söyleyemez. İhmaldir, sorumsuzluktur, aymazlıktır belki de taammüden toplu cinâyettir, her şeydir fakat asla ve kat’a fıtrat olamaz.
Bu hükme şuradan varılıyor: Türkiye’de madenciler, 2013 yılı sonunda ülkedeki tehlikeli çalışma şartlarını protesto etmişti. Protestonun kamuoyunu etkilemesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı’na verilen bir önerge ile soruşturma açılması istenildi. Soruşturma önergesi, 29 Nisan 2014 tarihinde yâni facianın yaşanmasından yalnıza 15 gün önce reddedildi.
Bu durumda yapılması gereken ilk iş; önergeye red oyu verenleri sorgulamak, hangi sebeplerle ve kimlerden gelen ne türlü yönlendirmeler sebebiyle red oyu verdiklerini ortaya çıkarmak olmalıydı.
Bir ülkede sorumlu yöneticilerin görevi, ülke insanının; can ve mal güvenliğini sağlamak, neslinin devamına imkân verecek tedbirleri almak, yönetimindeki insanların hakkının, namusunun, aklının ve sağlığının korunmasını temin etmektir. Bu; İslamî, millî ve insanî bir görevdir. Ve her yönetici için farz-ı ayn‘dır.
Farz-ı ayn; İslamî anlamda, her mükellefin (kelime-i şahâdet, beş vakit namaz ve oruç gibi) bizzat yapması gereken ibâdetlerdir. İslamiyet, insan eksenli bir dindir. Müslüman, yalnızca Allah’a (cc) karşı değil, insanlara, tabiata ve bütün canlılara ve hattâ insana fayda sağlayan cansız varlıklara karşı da sorumludur. Yöneticiler ise herkesten daha fazla sorumludur. Yöneticilerin farz-ı aynları, herhangi bir Müslüman’ın sorumluluğundan daha kapsamlıdır.
İnsanla ilgili hiçbir sorumluluk, farz-ı kifâye kapsamında düşünülemez. Farz-ı kifâye; herhangi bir kişinin yapması ile diğer kişilerin sorumluluktan kurtulacakları görevlerdir.
Sâde vatandaşlar, kendilerinin ve aile fertlerinin geçimlerini sağlamak, ülke ekonomisine katkı sağlamak için canlarını tehlikeye atarak çalışırlarken, ülkeyi yönetenlerin, makam ve koltuklarından vazgeçmek gibi basit bir işlemi akıllarından bile geçirmemeleri ne hazindir.
Daha da hazini, yaralı olduğu halde, sedye örtüsünün kirlenmemesi için tedbir olarak çizmesini çıkarmayı düşünecek kadar sorumluluk ve hassasiyet sâhibi güzel insanların bulunduğu candan aziz vatanımızda; yöneticilerin insan hayatına, sedye örtüsü kadar bile değer vermemiş olmasıdır.