Geçen haftaki yazımda “Tarihle Yüzleşenler” başlığı altında tarihle yüzleşenlerin kimlerden meydana geldiğini ve yüzleşme tabirinin çift taraflı bir anlam ifade ettiğini belirtmiştim. Tarihle yüzleşmenin diğer tarafının da günümüzde Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda yaşanan ve Türk milletini derinden etkileyen olaylar olduğunu ifade ederek, 93 Harbi, 1912 Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşında yaşanan Türk göçlerinin öneminden bahsetmiştim.
Bu hafta sizlere 19. yüzyılda yaşanan ve Türk göçlerinin başlangıcı sayılan 93 Harbinden bahsetmek istiyorum.
19. yüzyıla genel olarak bakıldığında görülecektir ki bu yüz yıl Türk ırkının kıyıma uğradığı, siyasal ve sosyal tarih açısından dönüşüm yaşadığı bir yüzyıldır.
Türk tarihi açısından 19. yüzyılın en önemli olaylarından biri 1877 – 78 Osmanlı-Rus Harbi ve akabinde yaşanan göç hareketidir. 1820’li yıllardan itibaren Kafkaslar ve Balkanlar’da artan Rus gücüne binaen Müslüman-Türk nüfusu göçe zorlanmış, 93 Harbinden itibaren ise yaşanan göç hareketinin hızı artmıştır.
93 Harbinden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayanların savaşa dair tutumları, ülkede yaşayan dönemin yabancı seyyahlarının eserlerinde görüldüğü üzere, halkın savaşı kazanma ümidi içerisinde, topyekun tüm halkın savaşa gitme gayretinde ve imkansızlıklara rağmen maneviyatlarının verdiği güçle zoru başarma azminde olmaları şeklindedir. Nitekim o dönemin savaşla ilgili eserlerine bakıldığında Türk askerinin mertçe ve şerefle vatanını koruduğu izleniminin hakim olduğu görülür.
Savaşın sonunda ise ülkede erkek nüfusunda büyük bir azalma görülmüştür. Mesela Amasya Sancağı’nda 15.000 kişi askere gitmiş ancak %10’u savaştan geri dönebilmiştir. Aslında ülke genelinde de savaşa gidenlerin ancak %10’u geri dönmüştür.
Bu savaş sırasında ülkenin beşte biri oranında toprak kaybedilmiş, bu durum halkın psikolojisini olumsuz noktada etkilemiştir. En son, belki de en önemli, vakıa ise Kafkaslar ve Balkanlar’dan Anadolu’ya yoğun göç hareketinin başlamasıdır. Göçe, tam rakam belli olmamakla beraber, 1 milyon 243 bin kişi başlamış; ancak yolda yaşanan Rus ve Bulgar kıyımları sebebiyle ancak %70’i İstanbul’a ulaşabilmiştir. Hatta o döneme dair halk arasında Tuna nehrinin bir ara kan ve bebek cesedi ile aktığı ifade edilmektedir.
Ülke içerisinde erkek nüfusun çok azalması sanayi ve üretimi de etkileyerek zaten darda olan ekonomiyi daha da dara düşürmüştür. Bu duruma bir de göçle gelenler eklenince halkın sefaleti artmıştır. Ülkenin tahıl ambarı olan, et ve süt ihtiyacının birçoğunun karşılandığı Balkanlar ve Kafkasların harple beraber elden çıkmasıyla ise gıda yönünden kıtlık da meydana gelmiştir.
Değerli okuyucular, bu hafta sizlere 1877-78 Osmanlı –Rus Savaşından bahsetmemin en önemli sebebi, malumunuz her zaman önümüze konan Ermeni göçü meselesine karşılık Türk göçünü anlatarak hafızalarımızı tazelemek, neyin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmektir. Bu noktada en iyi yanıtı ünlü Amerikalı tarihçi Justin McCarthy şu değerlendirmeyi yaparak vermektedir: “Bulgarların, Ermenilerin, Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders kitapları, tarih kitapları, Türklerin uğradığı aynı tür kıyımları anmazlar. Çünkü böyle bir yaklaşım tedirgin edici bir tarih yaklaşımıdır. Çünkü bu yaklaşım, Türkleri kurban olarak göstererek öyküyü anlatmaktadır. Oysa, emperyalizmin tarih anlayışında Türklere biçilen rol bu değildir. Emperyalizmin Türklere biçtiği rol barbarlıktır, çağdışılıktır. Belki de günümüzde uluslararası barışın önündeki en büyük engel Batı’nın, Doğu halklarına bakışındaki bu çarpıklıktır.” Saygılarımla!…