‘Gerçek büyük, methiye/övgü satırlarında büyüyen değil, hakikat ölçüleri karşısında büyük olan ve kalitesini koruyabilendir.’ Diyen Prof. Dr. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN Hocamızla, Ölümünün 75. Yıldönümünde İman ve Mücâdele Adamı MEHMET ÂKİF ERSOY‘u Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Muhterem Hocam, Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy için; ‘İnançlı bir Müslüman’dı, büyük bir şairdi, değerli bir insandı.’ Diyoruz. Hakkında bu sözlerin söylendiği insan, hangi ölçülerine göre değerlendirildiğinde bu methiyelere/övgülere layık olur?
Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: Bize göre, bir Müslüman’ın değeri, büyük hadisçi Süfyân b. Uyeyne’nin (v.197/813) işaret ettiği gibi, yüce Peygamberimize benzerlik durumuyla ölçülür. İbn Uyeyne diyor ki: ‘En büyük ölçü/mizan, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir. Eşyâ/nesneler ve işler onun ahlâk, yaşayış ve yoluna arz edilir. Ona uyanlar haktır/gerçektir; uymayanlar bâtıldır/boştur.’ Biz de bu kurala uygun olarak, iman ve mücadele adamı olan Âkif’in, Peygamber Efendimizin ‘Müslüman‘ tariflerine uygunluk derecesini, şiirlerinden örnekler vermek, hayatından sahneler nakletmek suretiyle araştırmayı, en doğru bir yol ve yöntem olarak benimsemiş bulunmaktayız.
Âkif merhum, 622 senelik Osmanlı yönetiminin temellerinin sarsıldığı, sosyal hayatın tam bir karmaşa halini aldığı, daha kötüsü, dehşetli yenilgilerin devam ettiği bir dönemde yetişmiştir. Buhranlı zamanlar, insanı mânevi değerlere sarılmaya yöneltir. Yani korku, insanı dindar yapar. Acaba, bazılarının zan ve iddia ettikleri gibi, Âkif’in imanı da böyle bir zorlama ve korkunun sonucu mudur? Yoksa yakîne/derin bir bilince dayanan, köklü, içten gelen, olayların, sadece kuvvetini artırdığı bir iman mıdır?
Çetinoğlu: Şüphe edilebilir mi?
Çakan: Âkif’in hayatını kaba-taslak bilen bir kimse bile, bu ‘acaba‘ kelimesine kesinlikle ‘hayır‘ diyecektir. Zira böyle zoraki imanlıların çoğu, tehlikeler atlatılınca, dine, imana hücum etme derekesine düşmekten kurtulamamışlardır. Âkif ise, gittikçe artan bir iman şahlanışıyla her zaman her yerde ‘imanının adamı‘ olmasını ve kalmasını bilmiş ender şahsiyetler arasındaki mümtaz yerini almıştır.
Çetinoğlu: Bunu hangi mısralarından anlıyoruz?
Çakan: Âkif merhum, memleket ufuklarının karardığı, ümit ışıklarının söndüğü o günlerde; ‘İmanım, sînemde müebbed fecr-i sâdıktır.’ diye haykırarak durumunu, özgüvenini ve duruşunu ilan etmiştir.
‘Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman‘ ‘İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.’ mısralarıyla da millete, ne olmasının, nasıl olmasının ve davranmasının gerektiğini hatırlatmıştır. Zira o, milletin varlık, yaşayış ve mutluluğunda İslâm’ın vazgeçilmezliğine inanıyordu. Çünkü ‘Bir millet kendi öz değerlerini değiştirmedikçe, Allah onlara bozgun vermez.’ âyet-i kerimesi, değerlerine sâhip çıkmak isteyen toplumlara yeterli garantiyi veriyordu. Bu sebeple, Kur’an-ı Kerîm’e yürekten inanmış bir insan olarak Âkif, milletin tehlikeleri atlatabilmesi ve kalkınabilmesi için iki büyük kuvvetin, kişilerin ruhunda yer etmesini gerekli görüyordu: Bilinçli ve güçlü bir iman, tükenmez bir mücâdele azmi ve aksiyon.
Çetinoğlu: Ölçünüz/miyarınız İslamiyet olduğuna göre, konu ile ilgili kaynaklardan da söz eder misiniz?
Çakan: Mümini çeşitli yönleriyle tanıtan âyet-i kerime ve hadis-i şerîflerin sayısı bir hayli kabarıktır. Hepsini ayrı ayrı zikretmemizin imkânı yoktur. Bu sebeple, ‘ilâhî vahyin hareket halindeki göstergesi‘ diyebileceğimiz Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem‘in nezih ve temiz hayatından çıkardığımız altı özelliği esas alacağız.. Bu özellikleri şöylece sıralayabiliriz: 1- İman, ma’rifet, yakîn ve ilim ister. 2- İman, Allah ile beraber olma şuuru, rıza, kanaat ve sabır ister. 3- İman, dünya ve dünya nimetlerine tapmama anlamında bir zühd ve sürekli Allah’a kulluk edilmesini ister. 4- İman, yaratıklara karşı sevgi, samimiyet ve dürüstlük ister. 5- İman, mücâdele /cihad ister. 6- İman, ma’şerî bir vicdan, sosyal bir çile, insanî bir düşünce ve hareket (aksiyon) ister.
Çetinoğlu: Hocam bu sözleri açıklamanız mümkün mü?
Çakan: 1- İman, ma’rifet, yakîn ve ilim ister. Ma’rifet, derûnî bilgidir. Yakîn, şüphe ve tereddüt kokusundan uzak olmak demektir. Âkif’te bu iki özelliğin varlığını, Safahat‘ı okurken hissedilen derûni/samîmi zevk ve açık ifadelerden anlamak mümkündür.
‘Hakkın Sesleri‘ ve diğer bazı şiirlerindeki isyankâr ifadelerde şüphe unsuru olduğu sanılmamalıdır. Aksine bunlar, ma’rifete ve yakîne kavuşmanın verdiği güven duygusunun yansımalarıdır. Zira o sözleri söylemek için, önce o gücü, içinde/yüreğinde duymak gerekir. Ondaki isyan ‘merhametle başlayarak ümit ve iman ile beslenen bir isyandır…Bu isyan, imanın eseridir, mes’uliyet imanının eseri…Ruh dünyasının bütün kahramanları bu isyana sahiptir, Âkif de onlardandı.‘
2. İman, Allah ile beraber olma bilinci, rıza, kanaat ve sabır ister: Allah’ı anmak, mümini dînî disipline ve kendini denetleme (murakabe) bilincine sahip kılar. Yani mümine, sonsuz bir ümit ve dipsiz bir korku telkin eder. Allah’ın sürekli denetiminde olduğu bilinci içinde yaşayan Âkif, insanî erdemlerin hepsini Allah korkusuna bağlar ve bu gerçeği şöyle haykırır:
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır,
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın,
Ne irfânın kalır te’sîri, kat’iyyen ne vicdânın.
Öte yandan, sınırsız bir ümit ışığını sürekli korumak gerektiğini bilen Âkif, her şeye rağmen ye’se / ümitsizliğe düşmemenin bir borç olduğunu hatırlatır:
Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin…
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
‘İş bitti.. Sebâtın sonu yoktur!’ deme; yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma!
3- İman, yaratıklara karşı sevgi, samimiyet ve dürüstlük ister.
Âkif, Yaradan’dan ötürü herkese, her şeye karşı sevgi duymuş ve samimi/dürüst davranmış, her hal ve şartta doğruyu, doğrusunu söylemiştir:
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek!
O, her şeyden önce dinine, imanına karşı samimi idi. Bütün hayatı boyunca aynı imanın sahibi olarak kalmıştır. Bukalemun meşreblierden asla olmamış ve onlardan hiç mi hiç hoşlanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadîs-i şerifte ‘ed-Dînü’n-nasihah / Din dürüstlüktür.’ buyurmuştur.
Âkif, çevresine uyma yerine, çevresini kendisine uydurmaya çalışmıştır. O, çevre kaygısını aşmış bir iman kahramanıdır.
Sıkıntılı/buhranlı günler, mecburiyetler dahi onu inandıklarından vazgeçirememiştir.
Yapılan mukaveleye rağmen, çeşitli bahânelerle, sırf tercümesinin Kur’an-ı Kerîm yerine okutulacağı endişesiyle tercümeyi teslim etmemesi, Yozgatlı İhsan Hoca’ya, yakılmasını vasiyet etmesi, en muhtaç zamanında büyük bir gelirden vazgeçmesi ve çok daha önemlisi yıllarını verdiği bir eserini yok etmeye katlanması, Âkif’in dinine, imanına karşı olan samimiyetinin en büyük delilidir. Evet o, imanın çağlayanı halinde yegâne ‘kendi‘ kalabilmiş ender bir kahramandır. Aslında bu ‘kahraman‘ hükmü de kendisinindir. Çünkü o, ‘hakiki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.’ diyordu. ‘İnandığı gibi yaşamış ve inandığından başka bir şeyi telkin etmemiş.’ olmak onu kahramanlaştıran iki büyük özelliğidir.
Diğer taraftan sevgisi de tam İslâm’ın istediği gibiydi. Tevfik Fikret’i sever sayarken, ‘Târîh-i kadîm”i okuyunca, dine, îmana çattığı için sevgisini saygısını unutuveriyor ve Fikret’i;
Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
diye paylıyordu. Zira iman sahiplerinin vicdanlarına vurulan bir fiske, her şeye sabreden bu kuzu insanların vicdanlarında bir volkan patlaması etkisi yapardı. Hem bu hareketiyle Âkif, ‘Ey habibim! Allah’a ve âhirete gerçekten inananları, isterse babaları, oğulları, kardeşleri veya soy-sopları olsun, Allah’ın ve Resûlünün koyduğu sınırları aşanları sever bulamazsın.‘ Âyet-i kerimesi ve ‘En üstün amel/tavır, Allah için sevmek, Allah için nefret etmek/kin tutmaktır.’ hadis-i şerifi ile tam bir uyum içindedir. Bu hadis-i şerif, sevgi ve kini/nefreti ‘Allah için‘ olmak kaydına bağlı olarak kutsuyordu.
4-İman, dünya ve dünya nimetlerine tapmama anlamında bir zühd ve Allah’a kulluk edilmesini ister.
Kalabalıklardan uzak kalmak, tefekkür ve ibâdete devam etmek büyük insan olmanın şartlarındandır. Zira ‘ilham perisi, yalnız yaşayan ruhların ziyaretçisidir.’
Âkif, tâ küçük yaştan beri hep yalnızlığı seven bir ruha sahiptir. Hatta onun Çengelköy’de bir-iki dönümlük bir arsa aldığı, oraya bir ev yaptırıp yalnız yaşamaya hazırlandığı, fakat bunun kendisine nasip olmadığı bir gerçektir. Onun hayatını anlatan yazarların hemen hepsi ‘sükûn adamı‘ olduğu noktasında birleşirler. Bir veya iki kişi ile sohbetleri neşeli geçtiği halde, topluluklarda devamlı sustuğu çok görülen hatta göze batan bir özelliği idi. Nurettin Topçu merhum bunun için, ‘Âkif’in inzivası, halk içinde bir idi.’ der. Hele son yıllarını Hilvan’ın bir köşesinde yapayalnız geçirmiştir. Hatta bu dönemde daha çok tasavvufî şiirler yazmıştır
Âkif, bu dönemde yüksek tahsilden sonra yapmış olduğu hâfızlığını kuvvetlendirme imkânını bulmuştur. Kendisi ‘demir hâfız oldum‘ diyordu. Hatimle Terâvih namazı kıldırmayı düşündüğünü, bu sebeple dayanıklı Müslüman aradığını hafızlık hocası Arap Hafız’a bir mektubunda yazmıştır. Ne gariptir ki Âkif hayatının her safhasında ‘dayanıklı Müslüman‘ aramak mecburiyetinde kalmıştır. İşin gerçeği, O’nun mücâdelesi/aksiyonerliği de bu noktadan başlamaktadır.
5-İman, mücâdele /cihad ister: Âkif, yaşadığı müddetçe imanın bu gereğini yerine getirmek için çırpınmıştır. Cihad, aslında iman kelimesinin özünde bulunmaktadır. Âkif, imanın en modern tarifini şöyle yapar:
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum.
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Müslüman’ın şahsiyeti işte bu beyitte en ince anlamına kavuşmuştur. Bir noktaya kadar susan, hoş gören iman, iş imânî gerçekleri ilgilendirince var gücüyle er meydanında, mücâdele sahnesinde aksiyon halindedir.
6-İman, ma’şerî bir vicdan, sosyal bir çile, insanî bir düşünce ve hareket (aksiyon) ister: Esasen her Müslüman, biraz da din kardeşleri hatta insanlık için yaşayan insandır. Peygamber efendimiz, ‘Müslümanların dertlerini dert edinmeyen, onlardan değildir.’ buyurur. Bu bakımdan her Müslüman ister istemez bu manada ümmetçidir.
Tanınmış Edebiyat tarihçimiz Nihat Sami Banarlı; Mehmet Âkif Ersoy için şunları yazdı: ‘Mehmet Âkif inanmış bir insandı. Önce kendisiyle birlikte aynı Allah’a tapan bütün Müslümanları mes’ud görmek istiyordu. Onların ıstırabı Âkif’in de ıstırabıydı. Daha doğrusu, Âkif’in ıstırabı yalnız bu ümmetin ıstırabıydı.’
Çetinoğlu: Mehmet Âkif Ersoy, aynı zamanda bir dâvânın adamı idi. Uğruna mücadele ettiği dâvâsı neydi?
Çakan: Âkif’in arzusu, Müslümanların tevhid dâvâsında birleşmeleri idi. Bu ise, bir siyasî arzu olmaktan çok, imanî bir gerek olarak değerlendirilmeye layıktır. Bu tür düşünüş, Peygamber Efendimizin metoduna da uygun düşmektedir. Zira Peygamber Efendimiz, ‘akide/inanç‘ birliğini temin edecek ve böylece insanların vicdanlarına yerleşecek olan ‘Tevhid‘ davasıyla işe başlamış, tam on bir buçuk yılını sadece tevhid/Allah’ın birliği inancını yerleştirmeye ayırmıştı.
Bu gerçeği gayet iyi anlayan Âkif de Müslümanların siyasi ittihadından çok, şuurlu bir Müslüman olma keyfiyetinde birleşmelerini arzu ediyor, bunun için çağrıda bulunuyordu:
Kaç hakîkî Müslüman gördümse, hep makberdedir.
Müslümanlık, bilmem amma gâliba göklerdedir.
İstemem, dursun o pâyansız mefâhir bir yana,
Gösterin ecdâda az çok benziyen bir kan bana.
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfânımız;
Bir taraftan seyfe makrûn adlimiz, ihsanımız
Yükselip akvamı almış fevç fevç ağuşuna,
Hepsi dalmış vahdetin aheng-i cûşâcûşuna.
Çetinoğlu: ‘İslamcılık‘ kavramı, günümüzde zararlı bir cereyanmış gibi gösteriliyor. Mehmet Âkif Ersoy, ‘İslamcılık’ kavramını nasıl yorumluyordu?
Çakan: Ersoy’a göre İslâmcılık; Müslüman fert ve toplumları, İslâmiyet’in gerçek iman ve amel esaslarına döndürmek, İslâm’ın ruhunu anlamaları ve İslâm ahlakı ile yaşamalarını sağlayacak duygu ve bilgilerle donatmak ve İslâm dünyasında, din kardeşliğinden doğan birliğin gerçekleştirdiği maddî ve manevî yardımlaşmayı sağlamak için çalışmaktır.
Şu halde, ‘panislamist‘, ‘ümmetçi‘, ‘İslâmcı‘ gibi tanımlamalarla Âkif’i tenkide kalkışanlar, aslında O’nu ‘Müslüman‘ olduğu için tenkit ediyorlar demektir. Oysa iman ve aksiyon şâiri olmak, Mehmed Âkif için aslâ bir nakîsa değil, bir meziyettir. Çünkü iman, Allah’a mutlak teslimiyet ve ma’şerî bir vicdan ister.
Çetinoğlu: Muhterem Hocam, Mehmet Âkif Ersoy ile ilgili olarak lütfedeceğiniz genel bir değerlendirme ile röportajımızı bitirebilir miyiz?
Çakan: Biz Âkif’i imanı tam, imana bilinçli bir heyecan ve aksiyon ruhu katan, dini için çırpınan, doğru sözlü, sağlam özlü bir dâvâ adamı şâir olarak tanıyoruz.
Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ın ‘İdeal ve İdeoloji‘ isimli kitabında yer alan şu sözleri, bize şâhitlik ediyor: ‘Âkif’i asıl unutturmayan, O’nun imanıdır. Ne varlık, ne yokluk, ne makam, ne tehdit, ne gurbet, ne menfaat… Hiçbir şey Âkif’i varlığının hikmeti haline yükselen imanından ayırmamıştır. Bu iman Âkif’teki bütün meziyetlerin bir nevi pınarı ve besleyicisi olmuştur.’
Âkif, ömür boyu İslâmî bir imana gönül vermiş ve bunun gereklerini kendi çapında sürekli bir mücadele/aksiyon ile yerine getirmeye çalışmıştır. Safahat, bu samimi imanın ürünüdür. Okuyana güç kaynağı olması da temelindeki Âkif’e ait bu samimi imandır.
Biz de aynı imanı esas alan güvenle ona kendi mısralarıyla sesleniyoruz:
Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği günler, haktır,
Şarkın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.
…
Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.