İlginç ve bilge kişilik örneğidir Sokrat. Bir gün, muhtemelen öğrencileriyle uzun bir dersten sonra eve geç gelir. Karısı öfkelidir, söylenmeye başlar; hayli söylenir. Sokrat’ın suskun duruşu kadının öfkesini artırır. Bu öfkeyle Sokrat’ın başından aşağıya bir kova suyu boşaltır. Bilge Sokrat, “Bu kadar gök gürültüsünden sonra bu yağmurun gelmesi doğaldır.” der. Buna rağmen Sokrat: “Mutlaka evleniniz, karınız iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz.” öğüdünü vermeye devam eder öğrencilerine.
Konumuz, evlenmek ya da evlenmemek değil, o başka bir konu, hem de ciddi bir konu. Konumuz, her durumda hayata, olaylara olumlu bakabilmek, iyimser olabilmek, krizlerden şikâyetçi olmak yerine onlardan ders çıkarabilmek. “Kriz, fırsattır.” sözünü aktif sabrın motivasyonu görmüşümdür her zaman.
Evlenmek, yaptığımız binlerce eylemden yalnız biri, bir hareket, bir hamle. Sonucu, mutluluk veya mutsuzluk; hiç önemli değil. Önemli olan, iyi niyetle bir işe adım atmaktır. Adım attın, evlendin; evlilik istediğin gibi gitmedi. Kaybettiğin bir şey yok. Mutsuzsun; ama filozofsun. Mutlusun, ne güzel. Mutsuzluk, seni yetiştiren bir muallim. Yaşayanlar bilir, yalnızlık da bir mektep değil midir? Kötü olsaydı iyi bir mutasavvıf olmak için kırk günlük inziva tavsiye edilir miydi? Ramazan aylarında itikafın önemli bir sünnet olduğunu hatırlamakta fayda var.
Gök gürlemişse yağmurun yağmasına şaşırmayacaksın; işin doğası gereği. Gülü severek veya sevmeyerek almışsan dikenine katlanacaksın. Gürültüden ve dikenden şikâyetin olacaksa yağmurdan ve gülden mahrum kalacaksın. Doğanın yasasını, eşyanın hakikatini, var olmanın esrarın bilenler, yağmurun gök gürültüsüyle, gülün dikeniyle olan aşkını görür. Bu aşkı okumak, yüksek tevekkülü, bilgeliği gerektirir. Kişiler açısından iyi veya kötü ne olursa olsun, her sonuç mutlaka iyidir. Yeter ki hareket olsun, yeter ki kişinin her sonuçtaki iyiliği görebilme idrak ve yeteneği olsun.
Öfke, başkasının hatası yüzünden kişinin kendisine verdiği cezadır. Altmış sekiz yıllık ömrümde anladığım gerçeklerden bir de şu: Öfkeyle hareket eden daime zarar ediyor, olay ve olgulara sükûnet ve suhuletle yaklaşan hep kazanıyor. Mütevazı yani alçakgönüllü insanlar uzun vadede kazananlar, kibirliler ise kaybedenler oluyor. Ahmet Yesevi bir öğrencisine tavsiyede bulunur. Ona “Sakın ilahlık ve peygamberlik iddiasında bulunma.” der. Öğrenci asla yapmayacağı şeyi Hoca’sından duyunca şaşırır, bu tavsiyenin nedenini sorar. Yesevi, “İlahlık, kendini ilah; peygamberlik de kendini peygamber ilan etmen değildir. Her isteğinin yapılmasını istemek, kendini ilah görmek, her sözünün dinlenmesini ve söylediklerine itaat edilmesini istemek, kendini peygamber yerine konumlandırmaktır.” der.
Samimi tevazu, yüksek kişiliğin işaretidir. Eğilmek, küçülmek değil, karşındakini yüceltmek, ona değer vermektir. Alçakgönüllülüğün karşıtı kibir, kendinden gayrısını küçümsemekle başlar. Küçümsemek, kendi küçüklüğünün işaretidir. Aşırı özgüven ve öz benlik duygusuyla küçük dağları yarattığını zannedenlerin varacağı yer, kuş uçmaz kervan geçmez mezralar olacaktır.
Sokrat ve Ahmet Yesevi, iki farklı dünyanın bilgeleridir. Her ikisi de varlığın künhüne vakıf olmuş derin şahsiyetlerdir. Eşyanın ve olayların derinindeki hakikate onların gözüyle bakabilmek, neden-sonuç bağlantısındaki formülü çözebilmek yoğun tefekkürü elzem kılar. Çağımızın hastalığı, biraz da bunun yoksunluğu değil midir?
Şairin dediği gibi, geç anlıyoruz belki “taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğu”nu. Bu gerçeği itiraf ettiğimizde tekrarı olmayan ömrümüzün sonuna geldiğimizi görüyoruz, bugüne kadar kimsenin yıkamadığı duvara tosluyoruz. Bazılarımız ise bu hayıflanma girdabına düşmüyor, sert taşın ateşle eridiğini, ateşin suya boyun eğdiğini, suyun ise iki gazın bileşeni, evrenin de gazdan ibaret olduğunu keşfetmenin ayrıcalığıyla hayret makamında kanatsız kelebek hafifliğine ulaşabiliyor. “Hiç”lik makamı, bu olsa gerek.
İnsanların vahşileştiği, kaotik sistemin fıtratımızı bozduğu bir iklimde Sokrat’taki olguya, Ahmet Yesevi’deki algıya nasıl erişebileceğimizin cevabını bir türlü bulamıyorum. Zor mesele, bu. Çok çalışmak gerek. Önce “menzil-i maksut”ta anlaşalım.