Zihnimin Derinliklerinden Çağrışımlar ve Bir Teklif

104

Amacım, bir kişiyi veya olguyu eleştirmek değil; bir
durumdan hareketle zihnime üşüşen çağrışımları paylaşmak:

Camideyim, öğle namazının sünnetini kıldım, imamı
bekliyoruz. Birileri kalktı, kamet getirdi, imam odasından çıktı, sükûnetle
ilerledi, öne geçti, geriye dönüp şöyle bir baktı, bir şeyler söyleyip tekbir
getirerek farz namazı başlattı.

Her şey güzel, her zaman yapıldığı gibi. Ancak beni rahatsız
eden bir şey vardı sanki.  Anladım ki o
rahatsızlık daha önce başlamış, yeni durumla dışa vurmuştu. Neydi rahatsızlık?
İmam efendinin odasından çıkarak, cemaati yara yara ilerlemesi ve mihrapta yerini
alması. Ne var bunda, diyebilirsiniz.

Kendimce yeni paradigma kurguladım: Hoca efendi camiye
cemaatten önce gelse, gelenleri sohbetiyle, en azından varlığıyla karşılasa,
kametle odasından çıkıp safları yara yara öne geçme tercihinden vazgeçse nasıl
olur? Cemaat de karşılanmanın, değer görmenin, bekleniyor olmanın mutluluğunu duyar,
üstenci bir duygunun yansımasına şahitlik etmez.

Davranışlar, bir normun ürünü olmakla birlikte yeni normlar
da üretir. Önder niteliğiyle imam efendinin cemaatten önce gelmesi tevazuyu,
alçakgönüllülüğü;  sonra gelerek cemaatin
önüne geçmesi kibri, büyüklenmeyi çağrıştırır. İnanç sistemimizde esas olan,
alçakgönüllülük ise bunu çağrıştıracak ve üretecek davranışlarda bulunmak
gerekir, diye düşünüyorum.

Bu düşüncemin sempatiyle karşılanmasını beklemiyorum, bu,
belki tepki de alacak. Biz padişah kültürü ile yetiştirilmiş, “Öl de ölelim.”
sloganıyla eğitilmiş bir nesiliz, toplumuz. Ayrıca, alışkanlıkların da kolayca
terk edilemeyeceği ve ayrıcalıklardan da feragat edilmek istenmeyeceği gerçeğini
de unutmamak lazım.

Okullarımızda da aynı mantığın tezahürünü görüyoruz. Öğrenci
sınıfa girer, yerini alır, öğretmeni bekler, öğretmenin sınıfa gelmesiyle ayağa
kalkılır, “Oturun!” denmedikçe ayakta beklenir, artık hâkimiyet öğretmenindir.
Sınıfta öğretmen, okulda müdür, evde baba, askerlikte komutan, işyerinde
patron, ülkede lider… Tahakkümcü yönetişim sistemi bu.

Yavuz Sultan Selim, 1516’da Mısır’ı fetheder, hilafet
Osmanlılara geçer. Cuma günü Ümeyye Camii’nde namaz kılınacaktır. Şam valisi,
padişaha namaz kılacağı bir yer ayırtır ve oraya yeşil atlas seccade serdirir.
Yavuz kendisine ayrılan yeri görünce hiddetlenir, “Burası ibadet yeridir,
padişah sarayı değildir.” diyerek seccadeleri kaldırtır, cemaate katılır. Sıra
hutbenin okunmasına gelmiştir.  İmam
hutbenin girişinde Yavuz’u kastederek “Hakimülharameynişşerefeyn”  (Mekke ve Medine’nin hâkimi) der. İmamın bu
sözlerini duyan Sultan Yavuz “İmam efendi, Hakimülharameyn lafzını,
hadimülharameyn (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) olarak değiştir. Zira ben olsa
olsa o mübarek beldelerin hizmetçisi olabilirim.” diye müdahalede bulunur.

Her yönetici, aslında hizmetçidir. Bu anlamda yöneticilik,
liderlik kişiye, sorumluluğun yanında alçakgönüllülük de vermelidir.

Kendisini haftada bir gösteren, kuralları dayatan, zor
ulaşılan bir müdür modelin yanında öğrencilerini okulun dış kapısında güler
yüzüyle karşılayan, öğrencilerle sohbet eden, dertleşen, okulun bütün
paydaşlarıyla sıcak ilişkiler kuran bir müdür tipi daha insani değil midir? Öğretmen,
sınıfa öğrencilerinden önce gelse, onları selamlayarak karşılasa, onlarla
şakalaşsa, öğrencilerin beyinlerini ışıtmadan önce kalplerini ısıtsa nasıl
olur? Öğretmen-öğrenci arasındaki mesafe kalkar, taraflar arasında güven
oluşur, sınıf gül bahçesi olur. Öğretmen ve okul, kendisinden kaçılan değil,
kendisine koşulan kişiler ve mekânlar olur.

Öğretmen sınıfa girdiğinde en arka sırada oturan bir
öğrencinin ayağa kalkmadığını görür, ancak ilk gün sesini çıkarmaz. Diğer günlerde
de aynı öğrencinin ayağa kalkmadığını görünce öfkeyle bağırır, bu saygısızlığını
affetmeyeceğini söyler. Hınçla yanına gider, bakar ki öğrencinin iki bacağı da
kesiktir. Öğretmenin başına sanki kaynar sular dökülmüştür.

Yine bir kısa filmde seyretmiştim. Öğrenci her gün ilk derse
yarım saat geç gelmektedir. Öğretmenin uyarısına rağmen geç gelmeler bitmez.
Öğretmen, uyarılarının ciddiye alınmadığı zannıyla öğrenciyi sınıfta azarlar ve
cezalandırır. Bir gün öğretmen de derse geç kalır. Yolda, azarladığı
öğrencisinin, tekerlekli sandalye ile annesini hastaneye götürdüğünü görür. Onu
takip eder, Anlar ki çocuk her gün annesini aynı saatte iğneye götürmekte, bu
yüzden okula geç gelmektedir. Artık, öğretmene yakışan, pişmanlık dolu, samimi
özürdür. Öğretmen de bunu yapar.

Mekân, makam, duygu, düşünce farklılığı kişiler arasında
zamanla kopuşa yol açabilir. Bu kopuş, kavgaya sebep olabilir. Hangi sınıfta,
meslek grubunda, kategoride; hangi statüde bulunursak bulunalım, büyüklenmenin
esaretine tutularak kendimize ayrıcalıklı bir statü belirlememeliyiz. İş
bölümü, imtiyaz değildir. Tevazu, hitap ettiğimiz insanlarla duygudaşlık
oluşturur, duygudaşlık da zorlukları kolaylaştırır. Yunus’un “Gelin, tanış
olalım / İşi kolay kılalım.” dediği, bu olsa gerek.

Görev tanımı olarak kendilerine tahsis edilen mekânları terk
edip sahaya inmeleri makam sahiplerine hiçbir şey kaybettirmez. Gül, vazoda
değil bahçede yetişir ve güzeldir; öğretmen sınıfta öğrencileriyle iç içe
olduğu halde daha değerlidir, müdür yüksek hoşgörüsü ve derin anlayışıyla daha
saygındır, komutan emrindekilerle hemdert olduğunda başarılıdır, imam cemaatine
yakınlaştıkça saygınlık kazanır, sırdaş olur.

Mezarlıklar, dünya gemisini sadece kendisinin
yönetebileceğini zanneden kaptanlarla dolu. Mekânların tayfası olmadan makamların
kaptanı olanlar, hep unutuldu. “Yeni şeyler söylemek lazım” diyenlerin sözleri
de etkisiz kaldı. Şimdi yeni paradigmalarla yeni eylem zamanı. Gol, sahada
atılır, tribünlerde değil.