Adamın biri Şam’dan ipek, süs eşyaları ve çeşitli mücevherleri satın almış. Bağdat’a götürüp satacakmış. Fakat aldığı mallar o kadar değerli ve kıymetliymiş ki, yükte hafif, pahada ağır olan bu eşyaları, devenin sırtındaki küfenin ancak birini doldurabiliyormuş.
Bu şekilde yola çıksa bakmış küfe, devenin sırtında durmayacak devrilecek. Ne yapayım diye düşünmüş düşünmüş; sonunda bir çare bulmuş. Öbür küfeyi de çöl kumuyla doldurup devesinin sırtına yüklemiş ve Bağdat’a doğru yola koyulmuş.
Çölde kızgın kumlar üzerinde önde kendisi arkasında devesi ile ilerliyormuş.
Epey bir yol gittikten sonra bir de bakmış ki kendisi de devesi de epey yorulmuş. Devenin sırtına oturmayı düşünmüş. Bakmış hayvan kan ter içerisinde kalmış, acımış. Bir vahada dinlenmeye karar vermiş. Bulduğu bir vahada hayvanı çökertip tam yükleri indirmeye çalışırken bir ses işitmiş:
– Selâmünaleyküm kervancı. Yardıma ihtiyaç var mı?
Sesin geldiği yöne doğru bakmış, hırpani giyimli, derviş kılıklı bir adam uzaktan kendisine bakıyor.
– Ve aleykümselâm. Valla Hızır gibi yetiştin. Şu küfeyi çözmeme yardım etsen çok iyi olur.
Küfeleri el birliği ile çözmüşler, deve rahatlamış. Suyun başında oturmuşlar, başlamışlar muhabbete…
– Nereden gelir nereye gidersin kervancı?
– Şam’dan ipektir, mücevherdir bir şeyler aldım, Bağdat’a onları satmaya giderim. Ya sen?
– Ben mi? Nasip nereye ise oraya!
– İki küfe dolusu mücevher, ipek maşallah bayağı zenginsin.
– Yok. Aslında tam öyle değil. Küfelerin biri kum dolu.
– Kum mu? Şam’dan Bağdat’a kum mu götürüyorsun? (Eliyle çöldeki kum tepelerini göstermiş) Burada her yer kum dolu…
– Orası öyle de, küfeleri başka türlü dengeleyemedim. Aldığım mallar ancak bir küfeyi doldurdu. Tek küfe ise devenin sırtında durmuyor. Dengeyi bozuyor. Mecbur kaldım öbür küfeyi kum doldurup, devenin sırtındaki yükü eşitledim.
– (Derviş hafiften gülümsemiş.) Onun kolayı var. Yazık hayvana. Hem deveyi yoruyorsun, hem kendin yoruluyorsun.
– Eeee ne yapacağım?
– Şimdi kumu hemen boşaltacağız. Malların bulunduğu küfenin yarısını boşalttığımız küfeye dolduracağız. Böylece ikisi de eşitlenecek. Hem deven daha az yük taşıyacak, hem sen yorulmayacaksın, hem de daha hızlı gideceksin.
Kervancı bakmış adamın dediği doğru. Hayvancağıza boşu boşuna yük taşıttım diye de üzülmüş. Hemen kum dolu küfeyi boşaltmış ve malları ikiye bölmüş. Tam yola koyulurlarken dervişe dönmüş hayranlıkla:
– Sen bu zekâ ile eminim ki çok önemli bir medresenin müderrisisindir.
– Yok, değilim. Hiç medreseye gitmedim.
– O zaman tebdili kıyafet yapan bir vezir veya sultansın?
– Yok, efendim, estağfurullah.
– O zaman kervanı haramiler tarafından soyulmuş, ellerinden canını zor kurtarmış bir tüccarsın. Bütün malını, mülkünü kaybettin; onun için böyle çöllerde perişan vaziyettesin?
– Yok. Benim parayla, pulla hiç işim olmaz.
– Eee?
– Ben gördüğün gibi bir garip dervişim. Bulursam yerim şükrederim, bulamazsam Allah’a yine şükrederim. Gönlüm nereye derse, oraya giderim.
Bizim tüccar şaşırmış.
– Yani bu zekâ ve bilgiyle dikili bir ağacın bile yok mu?
– Yoktur.
– O zaman var defol git yanımdan. Kendine hayrı dokunmamış adam. Bana ne hayrın dokunacak! (Demiş ve devesini durdurup. Malları tekrar tek küfeye doldurmuş ve boşalttığı küfeye de tekrar kum doldurmaya başlamış.)
Derviş tebessüm etmiş…
* * *
Bizler de yanı başımızda, belki kendine faydası dokunmayan; ya da kendi için aslında hiçbir şey istemeyen dostlarımızın kıyafetine, makamına, konumuna bakıp hor görüyoruz.
Onlardan gelen sözleri, faydaları egomuza kapılıp görmüyoruz, kulak tıkıyoruz, hatta bazen müstehzi ifadelerle kınıyoruz ya; son gülen iyi güler sözünü bilfiil yaşamaya kendimizi hazırlıyoruz, farkında değiliz…