‘’10’ların İzleriyle Türkiye’’ isimli kitabımı; insanı mükemmel bir görüş açısı ile
anlatan, bilginler bilgini ve tasavvuf âlimi, Büyük Mevlana’nın o güzel gönül
sesini yansıtan: ‘’Eğer bir gün, büyük
bir derdin olursa; benim büyük bir derdim var deme! Derdine dönüp, benim büyük
bir Rabbim var de…’’ cümlesi ve divan şairimiz Baki’nin, her faninin bu
yalan dünyaya veda ettikten sonra nasıl anlatılacağını tanımlayan o güzel
seslenişi ile bitirmiştim:
‘’Baki kalan bu kubbede hoş
sada…’’
Pekiyi
ya dert ve veda?
Aslında bu yalan dünyada
hangimizin büyük bir derdi olmamıştır ki? İnsanoğlunun dertsiz geçen bir yaşam süreci
olabilir mi? Hangimiz yaşadığımız her dertte; Yüce Yaratan’ın o eşsiz
varlığına, ilahi ve mucizevî gücüne sığınmamış, ondan yardım istememişizdir?
Bir ülkenin, o ülke topraklarında yaşayan
insan topluluğunun ortak dertleri olduğunda; Allah’ın o ilahi kudretine sığınıp
yardım talep edilirken, bu ulvi yakarışın yanı sıra, bu dertlere ortak aklın,
gönül birlikteliğince kabul edilebilecek bir çözümün üretilebilmesi de
önemlidir.
Veda
ise; göreceli bir kavramdır!
Yaşanan ve yaşatılan her ne varsa
sona eren; kimisi için veda, kimisine
göre yeni bir başlangıç olur hayatın bilinmez ufuklarında…
Hiç şüphesiz parıltılı bir ışık gibi olmalıdır yaşam. İçimizi
ısıtmalıdır, bize yol göstermelidir doğasıyla, doğal güzellikleriyle, insani
ilişkileriyle ardımızda kalan tüm yaşanmışlıklar…
Ama gelin görün ki! Biz insanlar; yaşadığımız bu gezegeni, sadece
kendimize değil, bu gezegende yaşayan tüm canlılara çoğu kez zindan etmiş,
yaşanacak tüm güzellikleri kendi ellerimizle yok etmişizdir!
Başucumuzda
duran hayatımızı sorguladığımızda; doğup büyüdüğümüz bu toprakları vatan
belleyerek yaşayan bizlerin, kimlik
birlikteliğimizin ortak paydası olan Türk Milletinin yapısal özelliği, dünyada varlığını sürdüren hiçbir millette bulunmayan niteliklerimiz;
ardımızda kalan o uzun sürede, her türlü zorluğu birlik ve beraberlik
içerisinde aşmamızı sağlayan en önemli kavramlar olmuştur.
Böylesine zor bir coğrafyada yaşayan bizler; Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin yurttaşları olarak, ardımızda kalan yıllarda; Türk Milletinin
birleştirici kavramı içerisinde ne kimliğimizi, ne inancımızı, ne de
farklılıklarımızı sorguladık.
Aslında bu günlere gelirken, tasada ve
kıvançta bir ve beraberliğimizin en önemli yapı taşı; bu kavramın ta kendisi
değil miydi?
Yine öyle. Kim ne derse desin,
neyi dayatmaya çalışırsa çalışsın; bu çok önemli niteliğimizde değişen bir şey
yoktur, olmayacaktır da.
Aslında hayat, biz insanlara armağan edilmiş bir değerdir. Bu değerli
süreci yaşarken düşünmemiz gereken önemli iki şey vardır!
Doğup büyüdüğümüz, hayatımızı geçirdiğimiz vatan topraklarımıza, canım
ülkemize biz neler verdik? Bu güzel vatan toprakları bize ne verdi?
Unutulmasın ki, her insanın bir cinsi, bir kimliği vardır.
Yüce Allahın verdiği can, daha ilk günden bir cinse bürünmüştür; kimimiz ilk
nefesi erkek, kimimiz dişi olarak alırız ana rahminde. Bu yalan dünyaya atılan
ilk adım sonrasında bir kimliğimiz olur anadan, babadan kaynaklanan…
Ama vatanı olmayan insanların
kimliği neye yarar? Hele, hele kimliğinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin adı,
Al Bayrağımızın Ay ile Yıldızı var ise; böylesine bir gurur dünyanın hangi
devletinin, hangi milletinin tarihinde, kimliğinde yazar?
Ülkemizin
gerçeklerini anlatan tarih sayfaları; günü geldiğinde özellikle milenyumlu
yılların ilk çeyreğinde yaşananları, kendilerinin tarihi yeni baştan
yazdıklarını sananları da sorgulayacak, kararını yaşanan gerçeklere göre
verecektir.
Doğduğumuz, yaşam umutlarını
yeşerttiğimiz bu güzel vatan topraklarına bu güne değin kendimiz ve ülkemiz
adına ne ektiysek onu biçtik!
Günü geldi; vatana ve millete
hayırlı evlatlar yetiştirmenin gururu ile sevinç yaşları döktük. Günü
geldi; ellerine kına yaktığımız evlatlarımızı vatanımızın dirliği, milletimizin
birlik ve beraberliği uğruna feda ettik; ‘Vatan Sağ Olsun’ dedik. Anaların,
babaların acı dolu feryatlarına; gözyaşlarımızla eşlik ettik, yüreklerimiz
dağlandı…
Günü geldi; ülkemizin
uluslararası toplumda kazandığı her başarı göğsümüzü kabarttı. Milletçe sevinç
gözyaşları döktük; kazanılan her başarıda, göndere
çekilen Ay Yıldızlı Al Bayrağımızı, hançeremiz yırtılırcasına söylediğimiz
istiklal marşımızla selamladık.
Ardımızda kalan yılların
başarısına da, acılarına da hep gözyaşlarımız eşlik etti. Çünkü Türk milletinin
asırlardan bu yana süregelen en önemli niteliği; acıyı da, sevinci de hep
birlikte yaşaması; kimi zaman gönül coşkusuna, kimi zamansa acılar yumağına
gözyaşlarını katmasıydı…
Aslında yaşadığımız vatan topraklarımızın hamuru;
bu birlikteliğimizin, duygu yoğunluklarımızın, milli ve ulvi değerlerimize olan
düşkünlüğümüzün, asırların ötesinden gelen geleneklerimizin, göreneklerimizin
ortak çanağında yoğrulmamış mıydı?
Biz buyduk işte. Tarih sayfaları bizi hep
böyle tanıdı, bundan sonrada böyle tanıyacaktı. Çünkü bizler sevinçlerimizi de,
acılarımızı da gözyaşlarımızla kutsayan bir millettik.
Milenyumlu
yılların bu ilk çeyreğinde kimi zaman güldük ama çoğu kez ağladık! Vatan
bellediğimiz bu toprak ananın bağrını, en çok da bu son dönemde ama daha çok
yüreklerimizi sızlatan duyguların gözyaşlarıyla suladık!
Ardımızda kalan ama ‘Birlikte
Yürüdüğümüz Bu Yıllarda’ yaşanmış tüm gerçekler: başucumuzda duran
hayatımıza yazıldı…
Ve…
Ardımızda kalan hayatı biz unutsak bile! ‘’Zaman’ın asla unutmayacağını’’ nedense hep ıskaladık…