“Ya eyyühellezîne âmenû, âminû…” (4 Nisa 136) / “Ey iman edenler, yeniden iman ediniz!” mealinde bir âyeti kerîme var. Bundan mülhem olsa gerek, Hz. Mevlânâ da “Müslümanların yeniden müslüman olmaya ihtiyacı var!” diyor. Asrımız âlimi de “Taklitten tahkîke geçmeli.” şeklinde bir ifade kullanıyor. “Nasıl”ı bilmek yetmez. “Niçin”e de yol bulmalı demek istiyor.
Bütün bunlar, bir bakıma Haşir sûresinin 2. Âyetinde de vecîz ifadesini buluyor:
” ‘Fa’tebirû ya uli’l-ebsâr.’ (Mealen:) Yani ey akıl sahipleri zâhir / dıştan, bâtına / içe geçiniz. Görünende, görünmeyeni görünüz. Dıştan içi seziniz. Kabukta takılmayıp, çekirdeğe yöneliniz. Öze yol bulunuz. İşin arkasını keşfediniz. Kısaca söylemek gerekirse, can gözünüzü açınız. Onunla görmeye çalışınız. İşte asıl basiretlilik budur.” (Öğr. Gör. Muhsin Bozkurt, Orta Doğu, 5 Ekim 1996, s.2)
Şüphesiz herkes Hakk’ı bilip, Hakk konuşmak; Hakk’ı bilip, Hakk yolda olmak ister. Evet ama sadece Hakk’ı bilmek yetmez! Hakk yolda olmak da lâzım. Yani dâva Hakk olunca , usul ve metod da Hakk olmalı. Çünkü hem haklı , hem de Hakk yolda; hem doğru, hem de doğru yolda olmalı.
Zira Hakk bir dâva, bâtıl ve yanlış metodlarla, geçici olarak söndüğü gibi; Bâtıl bir dâva da hak, doğru ve yerinde bir metodla geçici olarak parlar.
Unutmayalım ki ancak “Doğru bilgi”; “Doğru fiil ve eylemi” gerçekleştirir. Doğru bilgi edinip, doğru yolda olmak ve doğruda daim kalmak, o kadar kolay değil.
Öyle olsaydı, günde beş defa “Ya Rabbi bizi doğru yola ilet ve doğruda daim kıl!” mealindeki “İhdinassıratalmüstakîm.” Âyeti kerimesiyle yapılması istenen bir dua ve çağrıyla Allahın yardımına muhtaç olunmazdı.
“Sokrates (bile) ‘Doğruyu bilen, doğru davranır.’ diyor. Doğru bilginin doğru eylemi gerçekleştireceğine inanıyordu. Ve yalnızca doğru davranan kişi ‘Doğru kişi.’ olabilirdi. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler, bilseler kötü olmazlar. Aklımızın iyiye ermesi bir bilgi işidir. Bunun için bilgimizi artırmak çok önemlidir. Dolayısıyla neyin doğru olduğunu bilen insan doğru davranmak zorundadır.” (Jostein Gaarder, Sofi’nin Dünyası, Çeviren: Gülay Kutal, 32. Basım, İstanbul-1998 s.82)
Fakat doğru olmak, doğruyu bilmek kadar kolay değil. Çok büyük cehd ü gayret ister. Ve bu iş “Büyük Cihad”a girer. Yani nefisle, çok çetin bir mücadeleyi gerektirir.
Bunun içindir ki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” mealindeki âyeti kerîme karşısında Hz. Peygamber âdeta sarsılmış, düşündürücü etkilenişini “Bu âyet beni ihtiyarlattı!” diyerek dosdoğru olmanın güçlüğünü; ancak büyük bir çaba sarfetmek gerektirdiğini, çok anlamlı sûrette beyan etmiştir.
Yine bu ayeti celîleden mülhem olsa gerek, Hz. Mevlânâ da “Olduğun gibi görün; göründüğün gibi ol!” demekte. Asrın allâmesi de yine aynı doğrultuda “En büyük hîle, hîlesizliktir!” diyerek, bütün zamanları kucaklayan; Kıyamet’e kadar da geçerli olacak olan, cihan-bahâ, Kur’anî prensibi vecîz şekilde belirtmiş. Üstelik bu ilkeyi “Gerektiğinde doğru konuş; sakıncalı ise sus fakat yalana asla izin yok!” altın düstûruyla taçlandırmıştır.
Demek ki İslâm’da gaye için her şey meşrû ve mübah değil. Çünkü “Kem âletle kemâlât olmaz.” Öyle ise sosyal hayatta gerek vatandaşın vatandaşla; gerekse vatandaşın devlet, hükümet ve güvenlik güçleriyle olan ilişkilerinde hâl ve tavrı, kanun çerçevesinde cereyan etmeli, taşkınlıklara meydan vermemeli.
158
Vatandaş resmiyet karşısında, Hakk bildiği dâva uğrunda, Bukalemun gibi renkten renge, kılıktan kılığa girerek; güvenilmez, silik bir şahsiyet görünümüne bürünerek; inandığı elmas hükmündeki değerleri cam hükmüne düşürmemeli. Çünkü büyük dâvalar, bîçare ellerde perîşan olur.
Şu veya bu sebeple, başımıza gelecekleri vekarla, ağırbaşlılıkla karşılamasını bilmeli, resmî görevlilerle sürtüşmeye girmemeli. Sabır, niyaz ve tam bir teslimiyetle “Tevekkeltü a’le’l-lah.” diyerek Allah’a sığınmalı. Ve bilmeli ki:
“Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”
Hem zaten, her şey olacağına varıp O’nun dediği olacaksa, ne gam? Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi: “İmanın kemali her şeyi Allah’dan bilmektir.”
Evet resmî görevlilerin isteklerine harfiyyen uymalı. Onları güç durumda bırakacak davranışlardan uzak kalmalı. Hele polis ve jandarmanın aldıkları emri yerine getirmemelerini temennî etmek ve hattâ onları görevsizliğe dâvet gibi, fâhiş bir hataya zinhar düşmemeli.
Polis ve askerin aldığı emir -farzı muhal- yanlış olsa bile; polis ve askerin emri yerine getirmemekten doğacak zarar ve tehlike; emri yerine getirmekten doğacak zarar ve tehlikeden kat be kat fazla olur. -Allah göstermesin- vatanın sukutuna bile sebebiyet verebilir.
Şayet varsa yanlışları sokaklarda değil; meşru zeminlerde -hukuk içinde kalarak- düzelttirme yoluna gitmeli. Çünkü sokağın gâlibi dış güçlerdir. Cezayir’de, Afganistan’da asıl gâlip Fransa, Rusya olduğu gibi; sokağa dökülen Türkiye’nin de gâlibi dış güçler olur.
Memleketi bir kaos, fitne ve karışıklığa sürükleyecek hareket tarzlarından dâima uzak durmanın başta gelen bir vatandaşlık görevi olduğu asla unutulmamalı.
Nitekim Hz. Peygamber’in “Fitne uykudadır. Uyandırana lânet olsun!” mealindeki uyarıyı herkes bilir. Dikkat edilirse Hz. Peygamber “Fitne çıkarana.” demiyor; “Fitneyi uyandırana.” diyor. Bundan anlaşılıyor ki, müslüman bilerek, isteyerek ve kasten fitne ve karışıklık çıkarmaz. Fakat istemeyerek ve farkında olmayarak, fitnenin uyanmasına âlet olabilir.
Demek ki samimi olmak yetmez. Basîret de lâzım. Bu ise, işin sonunu düşünerek yapılacak hattı hareketi tercih ve iç-dış düşmanlara fırsat vermeyecek, müspet hareketi seçme keyfiyetidir.
Çünkü “Dinde hassas fakat muhakeme-i akliyede noksan kişiler”in vereceği zararı, akıllı düşman veremez.
Özellikle yedi düvelin “Take off.” noktasındaki Türkiye’nin önünü kesmek, bölmek ve yönetmek için “İnsan Hakları, Demokratikleşme, Siyasî Açılım ve Siyasî Çözüm” kisve ve yaftaları altında, binbir hile ve desiseye başvurduğu şu hengâmda; dahilî ihtilafları bir kenara bırakarak, haricî düşmanlar karşısında milletçe bir ve bütün olarak elele verip kenetlenmenin tam zamanıdır.
Velhasıl, vatandaşa yol da lâzım, yordam da. Çünkü:
“Girmeden tefrika bir millete, düşmen giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
159 – 163