Yıkıcı Telkinat (1)

59

Ne acıdır ki “Bazı telkinat (telkinler, fikir aşılamaları) ile o meyelan (çalışmaya olan meyil ve eğilimler) kırıldı ve o şevk (istek ve heves) de söndü.”

Zaten sonumuz da bu yüzden geldi. Koca Osmanlı İmparatorluğu bu sebepten tarih sahnesinden çekildi.

Zamanla dinin bazı söylemleri yanlış anlaşıldı. Yanlış yorumlandı. Dünyanın geçiciliği, fâniliği, kısalığı, insanın sonu ölüm olması, bunun gibi dünyanın da başına nasılsa Kıyametin kopacağı düşüncesi, yanlış yorumlandı. “Bir hırka bir lokma.” gibi, yanlış bir deyime yer verildi. Maalesef bu yanlış anlayış sürüp gitti.

Ama diyeceksiniz ki “Kâmil ve olgun insanlar, fakirlik ile fahretmiş övünmüşlerdir.”

Evet doğru. Fakat onların bu tavırları, fakirliklerini yalnız ve yalnız Allaha karşı duyup hissettikleri içindir. Onlar bu şekilde Allaha yalvarıp yakarmış oluyorlar. Yoksa onların bu durumu fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak için değildir.

Maddî – manevî her şey Allah katından verildiği için, herşeyi Allah’tan bilip ondan kaynaklandığını anladıkları için, böyle bir tavır sergilemişlerdir. Yoksa fakir kalalım, halka muhtaç olalım demek istemiş değillerdir.

Çünkü veren el, alan elden üstündür. İmana ve insana hizmet; imkân sahibi olmayı ister ve gerektirir. Maddî olanaktan mahrum kalanlar, manevî hizmetten de yoksun kalırlar.

Nitekim “Fakirlik, küfür olayazdı.” hadisi, buna açıklık getirmektedir. Çünkü Hz. Peygamberin bu sözünden, aynı zamanda kalb fakirliğini de anlayabiliriz.

Zira kalp fakiri olan kimse, Allahın hükmü karşısında sızlanır. Korkuya kapılır. Allahın hükmüne dudak büker. Razı olmaz. İtaatsiz olur. Küfre düşebilir.

Kaldı ki âlimler, Hz. Peygamberin “Fakirlikten Allaha sığınmasını” bu şekilde de yorumlamışlar. Hz. Muhammedin kaçındığı hususun, bilhassa “Gönül fakirliği.” olduğunu da söylemişlerdir.

Şüphesiz Peygamber Efendimiz, hem maddî fakirlikten, hem de manevî fakirlikten Allaha sığınmıştır.

Çünkü maddî fakirlik insana her kötülüğü yaptırabilir. Kalb zenginliğine de engel olur. Yani kulluğu unutturucu bir duruma sokar insanı. Böylece maddî fakirlik, insanı hem dünyada, hem de ahrette rezil rüsva eder. Ayıplanacak duruma düşürür.

Bu arada, şükrü edilmeyen, Allahı unutturan zenginliğin de kalp fakirliğine yol açtığını unutmayalım.

Evet, dünyanın faniliği hakkında denilenler doğruydu. Bu yüzden dünyaya değer vermezlikte, insanlar haklıydı. Fakat bu; dünyadan el etek çekmeyi, çektirmeyi, dünya için çalışmayı aksatmayı, dünya için gayreti elden bırakmayı, kısaca iki gününü birbirine eşit kılmayı gerektirmiyordu. Sadece dünyayı kesben değil yani çalışmak bakımından değil; kalben terk etmeyi yeğliyordu.

Yani el işte, kalb Allahla olacak. Beden; insanlar arasında iş güçle uğraşırken, kalp; Allah’la birlikte, hep onunla olacaktı.

Kaldı ki dünyanın üç vechi, üç yüzü vardı. Biri dünyaya bakıyor. Diğeri Allahın isimlerini gösteriyor. Öteki ahreti hatırlatıyordu. Eskide yazılmış klasik eserlerde kınanan dünya; dünyanın birinci vechine, birinci yüzüne yani dünyanın fâni, geçici oluşuna bakıyordu.

Bu ise dünyanın bahse bile değmeyen, sevilmeyen, tasvip edilmeyen tarafıydı. Fakat bu bakış ve düşünüş, biraz önce dediğimiz gibi, çalışmamak şeklinde kendisini göstermemeli. Dünyaya boş vermek suretinde tecelli etmemeliydi.

Bu bakış, yani dünyanın fâni cihetine bakış ve yöneliş, dünyanın mamurluğuna ve bayındırlığına çalışmamak tarzında olmamalıydı. Ya nasıl bakılacaktı dünyanın bu fani yüzüne?

Her türlü hummalı bir faaliyet içindeyken, kalben zerre kadar ona meyletmemek, ona kalben bağlanmamak; kısaca ona kalbi vermemek şeklinde bakılmalıydı.

Yani zahiren halkın arasında olmalı. Batınen halkın dışında kalınmalıydı. Görünüşte iş’te güç’te; hakikatte ise; manen, zihnen All eraber bulunmalıydı.

 

 

Önceki İçerikHıristiyanlarla Dostluk (2)
Sonraki İçerik“Yetim-i Akran Olduk”
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.