Yemen Kandıra’ya Yakın mı?

116

Osmanlı Devletinin üzerine kara bulutların çöktüğü yıllar..

Anadolu’nun saf, temiz delikanlılarının kimisi Balkanlar’da, Galiçya’da, kimisi Kafkasya’da, kimisi Kuzey Afrika’da, kimisi de YEMEN ÇÖLLERİ’NDE idi.

Bu gençlerden biri de, İzmit – Güvercinlik köyünden Ali OSMAN KÖLÜ’dür.

O zamanlarda bu ailenin lakabı KÖLEOĞLU idi. Kayıtlara “Kölü” olarak geçmiş, her nasılsa..

Şimdiki soyadları ise KÖKTÜRK’tür.

Güvercinlikli genç Ali Osman, her genç gibi, o günkü adetler gereği tüm köylü tarafından köyün dışına harmanlara kadar dualarla uğurlanacaktı. Köye duyuru yapıldı. Herkes sabaha kilitlenmişti.

Köy halkı o gece uykusunu uyumuştur uyumasına da, ya Ali Osman, ya Anne-Baba…!

Çünkü; o günlerde askere giden gelmiyor, künyesinin gelmesini (ölüm haberi) bekliyordu. Bazen, künyesi de gelmez durum daha da kötü olurdu, o anne, baba, kardeş, aile böyle durumlarda ise her gün ölüyordu.

Asker uğurlamaya hemen hemen herkes katılırdı. Çünkü bir insanı son kez Dünya gözüyle görmek ne demek? Hayal edebiliyor musunuz? Ama, o günün şartları böyleydi.

Evden dualarla çıkan Ali Osman’a komşularda eşlik eder. Kalabalık, köyün dışındaki ana yola kadar yürür ve oradaki çayırlık geniş meydanında toplanırlardı. Artık köyün yaşlısı, yetişkini ve çocukları da oradadır.

 

Herkesin kafasında, Ali Osman’ı son kez görmek…

Kalabalığın en başında yaşlı dedeler, kocaanalar, yetişkinler ve çocuklar kendiliğinden düzgün bir sıraya girmişlerdir bile…

En baştaki Emin Dede, çevgenine(baston) yaslanmış ayakta zor duruyor, yaşlılığının da etkisiyle bir taraftan titrerken, diğer taraftan da manalı ıslak gözlerle torunu Ali Osman’a çok manalı manalı bakıyordu.

Ali Osman ilk önce onun elini öptü. Dedesi de onu gözlerinden öptükten sonra sımsıkı kendine çekti. Hem bağrına basıyor, hem öpüyor, hem de doyasıya kokluyordu. Öyle ya, zaten giden gelmiyor, gelse bile kendisi zaten mezarın gaşındaki insan, torunu Ali Osman’ı belki de son öpüşü, son koklayışı ve de son görüşüydü…

El öpme, kucaklaşma daha baba Mustafa’ya gelmeden nineler ve kocaanalar “Uğul(oğul), yavrum, yağızım benim, Ali Osman’ım” sözleri yükselmeye başlayınca, hıçkırıklarda kontrol edilmez bir hal almaya başladı.

Büyükler, erkekler ortalığı yatıştırıcı moral verici sözleri yüksek perdeden söylemelerine rağmen, özellikle Analar, Kocaanalar ve çocuklar ne gözyaşlarını, ne de hıçkırıklarına hâkim olabiliyorlardı…

Ali Osman şoktaydı.

İçine garma olmuş ne ağlayabiliyordu, ne de konuşabiliyordu.

Sırayla el öpüyor, sarılıyor. Daha sonra da manasını bilemediğimiz bakışlarla herkesi anlamlı anlamlı süzüyordu.

Bu arada bazı yaşlı analar, nineler, Ali Osman’a sarılıp dakikalarca bırakmıyor, son kez öpüp-kokluyorlardı.

Kimi yaşlı kocaanalar da bir şekilde biriktirdikleri ve örtmelerinin (büyük başörtü) uç kısımlarına bağladıkları paraları çözüp, Ali Osman’ın cebine koymakla meşgûlken, bazıları da eski keseleri, çemberlere sarılmış gözleme, bazlama gibi yiyecekleri vermekle meşguldüler..

Hatta bazı analar da un helvası yapmış, onu Ali Osman’ın çantarına(Keten bezinden yapılmış çanta, torba, sırt çantası) koymakla meşguldürler.

Bu arada Keten bezinden yapılmış, üzeri işlenmiş çevreler, mendiller de Ali Osman’a veriliyordu.

Küğün utansak gızları da orada, onlar da gözyaşları içindeydiler. Ali Osman onlara doğru gitti. Sadece “hakkınızı, helal edin” diyebildi.

Allaha ısmarladık bile diyemedi. Belki de sevdiği gönlünden geçirdiği insan da oradaydı. Ondan da gizlice çevresini, mendilini de almıştır belki de. Yol boyunca anasının verdikleri, varsa sevdiğinin verdikleri ona arkadaş, teselli olacaktı, o uzun yolculukta..

Vedalaşma ve kucaklaşma bittikten sonra son kez anası Halise Kadın, oğlu Ali Osman’a yaklaşır. Sırtındaki çantalarını tekrar açar, ağzına kadar dolu torbaya, o gece uyumadan hazırlanmış olduğu, pişirdiği tavukla, bazlamaçları çantasına koyuverir.

O duygu dolu ana tekrar oğluna baktı.

O nasıl bir bakış…

Hızla Ali Osman’ı kendine çekti ve gücünün yettiğince, sımsıkı uğulcazına sarıldı. Artık annesinin hıçkırıklarını kimse tutamıyordu…

Baba, Mustafa(kısa Mustafa lakaplı) eşi ve oğluna yaklaştı. O da kendini zor tutuyordu. Yavaşça onları teselli eden sözlerle ayırdı.

Baba Mustafa;

“Haydi, yavrum, artık yola çıkalım” ,

Eşine de: “Hanım yeter artık üzme çocuğu, gün gelir yine görüşürüz” dedi.

Halise ana, eşine manalı manalı baktı ve “Herif bu zamanda gidip de gelen var mı?” dedi.

Bu arada, köydeki yaşlı erkeklerden biri Kuran okudu ve büyükler tarafından dualar yapıldı. Son kez toplu helallikler alındı.

Ali Osman köyden ayrılırken birkaç defa ayrıldığı köyüne baktı. Tabi arkada bıraktığı Kalabalığı da. Kalabalık bir türlü dağılmıyordu.

Büyük ihtimalle, köydeki büyükler ve emsalleri ona dua ediyorlardı. Bir daha göremeyecekleri insanı arkadan seyretmek bile başka bir duyguydu…

Ali Osman kendisine refakatçilik yapan iki arkadaşı ile birlikte İzmit’e doğru yol alıyorlardı.

Bu sırada, arkadaki kalabalıktan yüksek bir ses duydular.

Bu ses, Zehra Ana’nın sesiydi. Ali Osman’da bu sese kulak kabarttı.

Zehra Ana kalabalığa: “Üzülmeyin, üzülmeyin komşular, Ali Osman’ımız gelir de yine beraber oluruz. Onlar vatanı korumaya gitmezlerse bizler burada rahat olabilir miyiz” diyordu. Aslında Zehra Ana, bu sözleri biraz da havayı dağıtmak için söylüyordu.

Ali Osman tepeyi aşar, artık köy gözükmemektedir. Dere, tepe, belen belen yürüyerek, altı saatte İzmit’e varabildiler.

Askerlik Şubesine teslim olur ve kendisini yalnız bırakmayan iki arkadaşı ile de son kez vedalaşır. Ayrılış, o ayrılıştır..

Bu altı saatlik yolun nasıl bittiğini anlayamadı bile Ali Osman. Neler düşündüğünü ne hayaller kurduğunu bilemeyiz. Bildiğimiz uzun bir yolculuk. Güvercinlik köyünden başlayan yol, Büyüktepe, Mecidiye köyü, Gülbahçe, Arpalık köyünden bu günkü Çubuklu Sapağı, Karga Köyü, Çayırköy ve İzmit’te biterdi. Yani eski Bağdat yolu güzergâhı.

O zamanlar İzmit, Baç’tan başlardı. Devlet Hastanesi’nin yeri ise bataklıktı. İzmit’e gelen köylüler hastanenin olduğu yerde, koşum hayvanlarını(mandalar ve öküzler) dinlendirirlerdi. Köyden arabaya koşulan gelen bu hayvanlar, hastanenin yanına gelince boyunduruktan çıkartılır ve bir yere bağlanarak önlerine yemeleri için ot ve mısır talaşı verilirdi.

İmam Hatip ve Mimar Sinan Liseleri’nin olduğu yerler de İzmit’in mezarlıklarından biriydi. Mezarlık ağaçlıktı. Köyden gelen insanlar bu ağaçların altında yazın dinlenirlerdi. Devlet hastanesinin olduğu yerden, denize kadar yerlerde bostanlıklar vardı. Domates, biber, patlıcan, salatalık, bamya, lahana v.s. yetiştirildi. Hatta kavun-karpuz bile ekilirdi.

Deniz de zaten o zamanlar, Yeni Cuma Camii’nin kenarına kadar gelirdi. O günün İzmit’i böyle bir durumda idi. Neyse…

Ali Osman hemen o gün, İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da bekleyen gemi topladığı Anadolu çocuklarını ertesi günü Yemen’e götürecektir.

Yemen yolculuğu maceralı geçer, yolda askerlerin bir kısmı hastalık ve açlıktan kırılır.

Gemideki fareler bile yaşamak için, askerlere ilaç olmuştu. Allah kimseyi açlıkla imtihan etmesin.

Yemen’in Aden Limanı’na yanaşan gemideki askerler. En kısa yoldan karınlarını doyurmak ve bulduklarını yemek ve içmek isterler. Bu da onlara pahalıya mal olacaktır. Olmamış üvez ağacı meyvelerini yiyenler kabız olurlar. Bağırsakları taş kesilen askerlerin bir kısmı bölgedeki yerli halk tarafından yağ içirilerek kurtarılır, ama bir kısmı maalesef orada vefat eder.

İşte; Yemen’e giden askerlerimizin köyünden, kasabasından çıkarak, o günkü şartlardaki uğurlanışı, yolculuğu ve Yemen’e varışları.

Not: Yemen Günleri, geri dönüşleri ve kazandıkları ile kaybettiklerimizi en kısa zamanda sizlerle paylaşmak üzere…