Gezmeye, görmek için çıkmaz mıyız? Araca, yeni yerlere ayak basmak için binmez miyiz? Dinlemek, aynı zamanda yeni şeyler duymak için değil mi? Mevlana hazretleri: “Dün geçti gitti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek gerek.” Anlamında sözler söylemiyor mu?
Bazı şeyleri tekrar tekrar okumaktan maksat yeni havalar teneffüs etmek ve solumak için değil mi? Bunun için denmiştir: Konuşan, bildiğini söyler. Dinleyen bilmediğini öğrenir. Bir bakıma konuşan yerinde sayar. Dinleyen yeni adımlar atmış olur.
Şüphesiz dinlemek, ille de dinlenileni kabul etmek anlamına gelmez. Dinlediğimizi kabul eder veya etmeyiz. Ölçülerimize ters düşerse kalbe girmesine yol vermeyiz. Olur biter. Bu bizim elimizde olan bir şey. Fakat ortaya konulmasına karşı çıkıyorsak; o zaman kimse ağzını açmasın. Kimse bir şey söylemesin.
Bu durumda fikir alış verişi olmaz! Herkes kendi bildiğiyle yetinir. İşte durmak burada başlar. Oysa rahmet eserleri müslümanların farklı fikirleri ortaya koymasından ortaya çıkar, kendini gösterir. Tabii bu farklılıklar esasa ait olmayan fakat esasa götürecek olan metod ve usullere dairdir.
Buradaki farklılık ve yanılgı, insanı ne dinden eder, ne de İslamdan çıkarır. Belki esasa ulaşmakta tercih ettiği metoddan ötürü, kimilerini isabetli kılar, kimilerini de isabetsiz. Bu ise olsa olsa dünyevi bir yanılgıdır.
Ahiret bakımından insanı sorumlu tutacak bir yönü yoktur. Çünkü isabetli olduysa ne a’la. İsabette yanıldıysa ne gam be dostlar? Şüphesiz isabetli olmak güzel bir şey. Çünkü dünyevi noktadan biraz daha rahat bir hale sokar insanı.
Bundan dolayı benimseyemeyeceği fikir ve sözlerin ortaya konmasından telaş etmemeli. Huzursuz olmamalı. Zaten insan – geçici olmak şartıyla – biraz septik yani şüpheci olmalı. Sahip olduğu fikirleri sıkı bir elekten geçirmeli, onu tahkiki bir duruma getirmenin yollarını aramalı.
Böylece bildikleri öyle perçinlenmiş olur ki, artık onu bundan sonra hiçbir tenkit veya karşı fikir yerinden söküp atamaz. Nitekim Bediüzzaman hazretleri: “Hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir.” Derken bir de bu hususa değinmiş olsa gerek.
Hem zaten müslümanların; inandıkları hususlar hakkında şek ve şüpheleri yok. Farklılık inandıkları esaslarda değil, inandıklarını hayata geçirmekte ileri sürdükleri metod ve usullerde kendini göstermektedir. Bundaki farklılık ise gayet tabii ve normaldir. Çünkü:
“Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı re’y-i ümmetten.”
Terakki ve ilerleme ise telahuk-u efkarla mümkün. Çünkü insan; fıtraten / yaratılıştan medenidir. Zaten insan sosyal bir varlık olup toplum hayatına muhtaçtır, derken de bu kastedilir. Çünkü kişi yalnız yaşayamaz. İhtiyaçlarını tek başına karşılayamaz.
Belki hayatını zar zor ancak idame ettirip sürdürebilir. Bu ise iptidai / ilkel, yarı vahşi bir hayat ve yaşayışdemektir. Böylece gelişme ve ilerlemeye kapalı kalır. Yani günlük hayatını sağlamak zaruretinden fırsat bulamaz ki yeni açılımlar yapabilsin. Yeni gelişmeler sağlayabilsin.
Halbuki insanlar; kubbeyi teşkil eden taşlar gibi birbirine omuz vermek zorunda. Birbirleriyle baş başa olmak mecburiyetindeler.
Öyleyse kişi ve kurumları hedef almadan, fikirlerini soyut olarak ortaya koyanlara karşı çıkmamalı. Yazılanı okuyup, söyleneni dinlemeli. Kabul edip etmemek ise sırf bize ait bir mes’ele. Alırız veya almayız. Bu bizim elimizde değil mi nasılsa? O halde yersiz endişelere lüzum yok be dostlar.
919 – 920