Osmanlı Devleti, Yavuz Selim’den önceki dönemde, Trakya merkezli bir Avrupa devleti durumundaydı. İlk defa olarak Yavuz Selim ile doğuya ve güney doğuya yöneliş başladı. Doğuya dönmesinin birçok nedenleri vardı. Osmanlı Devleti, birçok halkın ve din farklılıklarının olduğu bir devletti. Osmanlı topraklarındaki Türkmen boylarında çoğunlukla Alevi-Şii etkileri vardı.
İran’da ise, Akkoyunlu Devleti’nin yıkılmasından sonra yerine kurulan Safevi Devleti de, Osmanlı topraklarında yaşayan Alevi-Şii’ler üzerinde güçlü bir nüfuza sahipti. Safevi Devletinin başındaki Şah İsmail, Osmanlı Devletindeki Alevi-Şiiler tarafından kurtarıcı gibi görülüyordu. Anadolu’da da yıkıcı bir Şii propagandası yapılıyordu. Ayrıca Şiiler memleket dahilinde yer yer katliamlar yapıyor, tehlike yaratıyorlardı. Şahkulu adlı adamıyla Anadolu’daki Alevileri kendi yanına kazanmaya çalışıyor, bunda da amacına ulaşıyordu.
Şah İsmail Azerbaycan’ı işgal etmiş, Diyarbakır, Bağdat ve tüm İran’ı ele geçirmiş, Anadolu’daki nüfuzu günden güne artıyordu. Yavuz Sultan Selim’in ağabeyi Şehzade Ahmet, Safevi Devletine sığınmış, Ahmet’in oğlu Murat Çelebi de, Şah İsmail’e damat olmuştu. Bunlar da, Alevi-Şii hareketine açıkça destek veriyorlardı. Şah İsmail ise, Anadolu’da Şii propagandasını artırarak, Şiileri ayaklandırmak, sonra da ordu ile Osmanlılar üzerine yürüyüp, damadını Osmanlı tahtına oturtmak istiyordu. Yavuz Selim, Murat Çelebi’nin kendisine teslimini istemiş, fakat ret cevabı almıştı. Bütün bu nedenler, Safevilere yapılacak bir seferin, bütün koşullarını oluşturmuş durumdaydı.
Yavuz Sultan, Şah İsmail’in Osmanlı Devletine karşı giriştiği ve sebep verdiği tahriklere son vermek, Osmanlı hudutlarına yönelik tecavüzleri önlemek maksadıyla, İran üzerine yürümeye karar verdi. Giderek artan Safevi-Alevi-Şii ilişkilerini yok etmek ve Anadolu’daki Alevi-Şiilere kuvvetli bir darbe indirmek niyetinde idi. Anadolu’daki huzuru sağlamak için tedbirler almaya başladı. Şii faaliyetlerine katılanları şiddetle cezalandırdı. Sonra da Anadolu’da kargaşa ve düzensizliğe sebep olan Şii propagandasıyla uğraştı. Osmanlı halkını bölmeye çalışan Şah İsmail’e artık hesap sormanın vakti geldi diyen Padişah Yavuz Selim, İran üzerine sefere çıkmaya karar verdi. Padişah kararını olağanüstü bir divanda vezirlerine, paşalarına ve sancak beylerine açıkladı ve harp kararını aldı. Anadolu’ya hükümler göndererek askeri kuvvetlerin Yenişehir Ovasında toplanmasını emretti. Eyüb el-Ensari’nin Türbesi’ni ziyaret ederek, seferin başarısı için ondan manevi destek istedi, dualar okudu ve sadakalar dağıttı. 20 Nisan 1514 günü yola çıktı. Kendisine vekaleten devlet işlerini yürütmesi için oğlu Şehzade Süleyman’ı Edirne’de bıraktı.
Yavuz Sultan Selim ordusuyla Maltepe’ye geldiğinde, İran adına casusluk yaparken yakaladığı bir İran casusu ile Şah İsmail’e savaş ilanını belirten bir mektup gönderdi. Yavuz Sultan Selim, mektubunda şöyle diyordu:
Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e Birinci Mektubu
“Ben ki, Osmanlıların hükümdarı, gazilerin serdarı, kahramanların efendisi, bütün iman düşmanlarını yıkan, ezen yüzyılımızın firavunlarına, zalimlerine dehşet saçan, kibirli ve zalim Kralların önünde baş eğdiği Sultan Murat Han oğlu, Fatih Sultan Mehmet oğlu, Sultan Bayezıd oğlu, Sultan Selim Han’ım,
Sen zalimlikte İran’ın kanlı hükümdarı, Sohak ve Avrasiyab’a benzeyen Safevilerin şöhretli emir İsmail’isin.
Sana şöyle hitap ediyorum ki, Allah “Biz yeri ve göğü oyuncak yapmak için yaratmadık” demiştir. İnsanlara tevdi edilen işler sebepsiz değildir. Bunlar da insan ruhunun nüfus edilmez sırları vardır. Bilesin ve anlayasın ki, ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü Teala’nın dinini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün Müslümanların ve adalet sever hükümdarların kudretleri nispetinde mani olmaları farzdır.
Sana gelince emir İsmail, sen ki, kötü yoldasın, İslam inançlarının Saffetini bozmuş bulunuyorsun. İslam’a saygısızlıkta ileri gitmektesin. Sen Müslümanlara karşı tiranlık ve baskı kapılarını aştın. Müslümanların memleketlerine saldırdın; şefkat ve utanmayı bir tarafa bırakarak zulümden sakınmadın, günahsız Müslümanları incittin. İkiyüzlülük perdesi altında her tarafa karışıklık ve fesat tohumları ektin. İnsanları boğazlamaktan çekinmedin. Hem de onların en faziletli, en saygıdeğer olanlarını ezdin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluklara uyarak, din-i İslam’ın emirlerini değiştirmeye kalktın. Haramlara helal diyerek nice Müslümanları ifsat ettin. Mescitleri yıktın, türbeleri ve mezarları yaktın. Alimleri ve Peygamber Efendimizin neslinden gelen mübarek Seyyidleri öldürdün. Kuran-ı Kerim’i tuvalet çukurlarına attın. Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hallerinden sadece birkaçıdır. Dillerde dolaşmakta olan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, Alimlerin kesin delillere dayanarak senin kafir olduğuna, dinden çıkıp mürtet olduğuna, ayrıca senin ve sana tabi olanların öldürülmelerinin vacip olduğuna, mal ve rızıklarınızın yağma, kadın ve çocuklarınızın esir edilmesinin mubah olduğuna fetva verdiler. Bu durum karşısında ben, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım ipekli Padişahlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim, sana doğru gelmekteyiz. Alınan asil karara göre, seninle savaşa girmiş bulunuyoruz. Allah’ın yardımıyla zulüm kollarını yok edeceğiz. Seni, geçtiğin yerlerde yükselttiğin yangınların altında boğacağız. Maksadım Allah’ın izniyle senin Şahlığını yok etmek ve acizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Sana bu mektubu yollayışımızın sebebi seni gerçek inanca çağırıştır. Peygamberin düşüncesine ve inancına uygun bir biçimde hareket ederek savaş başlamadan evvel sana Kur’an’ın sözlerine uymanı, kılıçtan önce teklif ediyoruz. İyilikle gerçek mezhebi kucakla, tam bir samimiyetle tövbe ve istiğfar et, doğru yola gel, gözlerini aç. Doğru yolu bul, sonuç bakımından kendine dönmeni, hatalarından vazgeçmeni, dikkatli ve cesaretli adımlarla iyiliğe doğru yürümeni sana tavsiye ederiz. Hepimizin ayrı bir duası vardır. İnsan zihni ise altın ve gümüş cevherine benzer. Saf ile saf olmayan toprak içinde karışık durur. Bir kötülüğü ortadan kaldırmak için en etkili vasıta vicdanın bütün derinliğine inmek, bağışlayan ve koruyan Allah’ın affını gerçek bir pişmanlık ile istemektir. Şu halde biz senden hemen ülkene dönmeni, gayrı meşru olarak üzerlerinde iddialarda bulunup bize bağlı ülkelerden zorla kopardığın evvelce atalarımızın ayaklarını bastığı Osmanlı topraklarını bırakmanı da sana öğütleriz. Eğer güven içinde huzurla yaşamak istiyorsan, söylediklerimizi vakit kaybetmeden hemen yapmalısın.
Ancak başına gelecek felaketlere rağmen, eğer hala geçmiş hatalarında direnirsen, eğer hala kudretli olduğun görüşünde ve delice yiğitlik iddialarında ısrar edersen, zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve senin elinden almak üzere, az bir zaman sonra ovalarını çadırlarımızla kaplandığını ve askerlerimizin topraklarını istila ettiğini göreceksin. İşte o zaman bir kahramanlık mucizesi olacak ve Allah’ın ordularımız hakkındaki iradesi gerçekleşecektir. Bundan sonrası selamet yolunda ilerleyenlere selam olsun.”
Padişah Yavuz, Şah İsmail’e mektubu gönderdiği günlerde, Akkoyunlu Hanedanı hükümdarlarından olan Ferruhşad Bey’e de bir mektup yolladı. Şah İsmail’e karşı silahlanmış olan Ferruhşad Bey’e gönderdiği mektubunda, Safevilere karşı yapılacak savaşta hazır olmasını istiyordu. Ordu Yenişehir’e geldiğinde, Rumeli’den gelen kuvvetlerle birlikte Anadolu’daki Kütahya, Karasi, Hamit, Menteşe, Aydın, Bolu, Kastamonu sancaklarının askerleri de orduya katıldı. Yavuz Sultan, sürekli sayıları artan ordusuyla Eskişehir, Konya, Kayseri’yi geçerek Sivas’a geldi. Ordusunun mevcudu yüz kırk bin kişi olmuştu. İran sınırına yaklaştığında, hem emniyet tedbirine başvururken, hem de mühimmat ve zahire ihtiyaçlarını da temin etmeye başladı.
Sivas’ta Yavuz Selim, Şah İsmail’e ikinci mektubunu yolladı. Mektubunda şunları yazıyordu.
Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e İkinci Mektubu
“Yapacağım işlerden seni birkaç ay evvelinden haberdar ettim ki, hazırlıklarını tamamlayıp karşıma çıkasın. Gafil avlandım, hazırlanamadım demeyesin. Uzun zamandan beri benim hazırlıklarıma ve gürültülü hareketime, hatta Erzincan dağ ve tepelerine gelmeme rağmen, sende hala hiçbir hareket yok. Öyle gizleniyorsun ki, varlığınla yokluğun farkedilemiyor.
Halbuki kılıç davası güdenlerin siper gibi belalara göğüs germesi, yiğitlik sevdasında olanların, ok ve mızrak yarasından korkmaması gerekir. Devlet gelinini, ancak sararmadan kılıç dudaklarını öpebilenle kucaklayabilir. Karanlıkta rahat arayanlara erlik adını vermek hatadır. Ölümden korkanların kılıç kuşanması ve ata binmesi münasip değildir. Eğer gizlenmekten maksadın askerimin çokluğundan ise, senin bu korkunu gidermek için kırk bin askerimi Kayseri-Sivas arasında bıraktım. Herhalde düşmana bundan daha büyük bir iyilik yapılamaz. Onun için, sende bir parça gayret varsa karşıma çık…”
Yavuz Selim, İran Şahına hakaret olsun diye hırka, asa, misvak ve kuşaktan oluşan armağanlar gönderdi. Padişahın gayesi Şah İsmail’i tahrik etmek, biran önce meydana çıkmasını sağlamak ve tahta gücü ile değil, dervişlik ederek geçtiğini hatırlatmak istiyordu.
Osmanlı ordusu Anadolu’da hayli yol aldığı halde, Şah İsmail’den haber yoktu. Yolların bozukluğu dolayısıyla, ordu ilerlemekte çok zahmet çekiyordu. Erzincan’a gelindiğinde, Yavuz Sultan Selim geride Sivas Kayseri arasında tedbir için ihtiyat ordusu bıraktı. Erzurum’a yaklaştığında, alınan esirlerden önemli bilgiler öğrendi. Şah İsmail’e üçüncü mektubunu yolladı. Bu mektupta Şah İsmail’in erkeklik damarına basıyor şöyle diyordu:
Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’e Üçüncü Mektubu
“İsmail, sen benim ülkemin sınırları üstünde görünerek, bana meydan okudun. Hükümdarların toprakları, onların nikahlısı gibidir. Bu itibarla erkek ve mert olanlar, ona başka birinin elinin değmesine dayanamazlar. İşte ben geldim. Halbuki haftalarca askerimle toprakların üzerinde yürüdüğüm halde ne senden, ne de askerinden bir eser yok. Ölü müsün? Yoksa sağ mısın? Bilemem. Aslında şimdiye kadar senin mertlikte ve celadetle ilgili bir hareketin görülmemiştir. Hile ve entrikadan başka bir şey bilmez misin? Eğer korkuyorsan, bir doktor çağır ki, seni tedavi etsin. Seni çok korkutmamış olmak içindir ki, seçkin askerimden kırk binini buraya getirmeyerek Kayseri yakınlarında bıraktım. Düşman hakkında ancak bu kadar yüksek ruhluluk gösterilir. Fakat kendini gizlemekle devam edecek olursan, erkeklik sana haramdır. Öğütlerimi dinle: Zırh yerine çarşaf, miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdarlık ve şahlık davasından vazgeçmelisin.”
Yavuz Sultan, bu mektupla birlikte Şah İsmail’e bir de kadın elbisesi göndererek, onu tahrik edip ortaya çıkmasını istiyordu.
Şah İsmail de bu mektuba ve armağanlara, elçisiyle mektup ve bir kutu Afyon sakızı göndererek, karşılık verdi. Yavuz Sultan Selim’e, düşüncelerinin hayal olduğunu belirtmek istiyordu. Şah İsmail mektubunda mağrur ve bir küçümseme ile şöyle söylüyordu:
“Sana bu mektubumu keyfimce süresini uzattığım bir av eğlencesi sırasında yazıyorum.” diyerek, ” II. Bayezıd zamanında ve kendisinin Trabzon Valiliği sırasında iki devletin dost bulunduklarını, şimdi aradaki düşmanlığın neden ileri geldiğini ve Padişahı savaşa sevk eden sebeplerin neler olduğunu bilmediğini, eski ilişkilerinin hiçbir surette değiştirmek istemediğini, Dulkadir Hükümdarlarıyla hiçbir zaman husumet içinde bulunmadığını, Osmanlı hanedanıyla eski dostluk dolayısıyla Timur zamanındaki gibi fena bir neticenin ortaya çıkmasını arzulamadığını, mektubundaki ifadeyi bir padişaha yakıştıramadığını, bu mektuptaki ifadelerin Afyon ile sarhoş olmuş katiplerin eseri olduğunu, Afyonkeş katiplerin sarhoşluklarını tazelemeleri için elçi Şahkulu ile altın kutu Afyon gönderdiğini, irade-i İlahiyenin az zaman içinde tezahür edeceğini, fakat o vakit iş işten geçmiş olacağını, bu dostça mektubunun hüsni kabul görmediği taktirde Osmanlı ordusuna karşı yürümeye, savaşmaya hazır olduğunu” belirtiyordu.
Yavuz Sultan, Şah İsmail’in hediyesine ve mektubunda bilhassa Timur hadisesinden bahsetmesine, çok öfkelendi ve Şahın elçisini idam ettirdi.
Osmanlı ordusu, yeniden Tebriz’e doğru yola çıktı. Aylardan beri yolda ilerliyordu. Tahrip edilmiş topraklarda ilerlemek daha güçleşiyordu. Üstelik düşman ortalarda görülmüyor, nerede olduğu bilinmiyordu. Uzun süren yolculuk askerin yorulmasına sebep olmuştu. Orduda fısıltılar artmış, asker tahrik edilmeye başlanmıştı. Yeniçeriler açıkça şikayetlerini bildirerek, dönmek istediklerini söylüyorlardı. Yavuz, yeniçerilerin cüretlerine, çok üzüldü ve öfkelendi. Bu itaatsizlik karşısında Yavuz Selim, atına atladı ve yeniçerilerin ortasında ilerleyerek askere, orduya şöyle hitap etti:
“Biz henüz kastettiğimiz yere varamadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimali yoktur, hatta bunu düşünmek bile hayaldir, tesadüf olunur ki Şahın mahiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri halde, biz Şeriatı Ahmediyeye muhalif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlere kadar gelmişken, bir takım gayretsizler bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Emre itaat edenlerle kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar ve yol zahmetini bahane edenler kendileri bilirler. Dönerlerse din yolundan dönerler. Eğer bahane düşman gelmediyse düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin ve illa ben tek başıma da giderim. Bana böylemi hizmet etmek istiyorsunuz. Aranızda kim kadınlarını, çocuklarını görmek istiyorsa buradan çıksın, ayrılsın. Ben buraya geri dönmek için gelmedim. Korkaklar, benim arkamdan gelmek isteyenlerden, bana hizmet için kılıç kuşanmış ve terkeş (okluk) takmış olanlardan şimdi ayrılsınlar. Ben kararımdan hiçbir vakit geri dönmeyeceğim. Ben buraya utanç içinde geri dönmek için gelmedim.” deyip atını ileri sürdü. Yaptıklarından utanan yeniçeriler ve bütün ordu, Padişahı takip etmeye başladı.
Yavuz Sultan, Çaldıran Vadisi’ne geldiğinde, Şah İsmail’in muazzam ordusu ile karşılaştı. 23 Ağustos 1514’te başlayan savaşta, Osmanlı ordusuna tarih boyunca zaferler kazandıran hilal taktiği ile, Safevi ordusu bozguna uğratıldı. Şah İsmail, Padişahın eline düşmemek için harp meydanını terk ederek kaçtı. Şah’ın ordugahı ve hazineleri, kendisinin ve ümerasının zevcelerinden oluşan kadınlar, Osmanlıların eline geçti.
1.-2.-3. Osmanlı – Çadırdan Saraya, Saraydan Sürgüne – Nazım TEKTAŞ – Yenişafak Yay. S. 167-168
3. Solak Zade Tarihi – Solak-Zade-Mehmet HEMDEMİÇELEBİ – hz. Dr. Vahit ÇABUK – Kültür Bak. Yay. ANK. 1989 – S.18-19
1-2-3-4. Mufassal Osmanlı Tarihi – Heyet – İskit Yay. – İST. 1958 – C.2 S.726-727-728
1-2-3-4. Osmanlı Tarihi – Alphonse De Lamartine – Heyet – Sabah Yay. – İST. 1991 – C.1 – S.372-373-374
1-2-3-5. Osmanlı Tarihi Joseph Vonhammer – Çev. Mehmet ATA – Milli Eğ. Bak. Yay. İST. 1997 – C.1 – S.373-374-375-377-378
1-2-3-5. Yavuz Sultan Selim Han – Kemal ARKUL – Akademisyen Yay. – İST. 2009 – S.191-192-195-196-201-202-205