Bir haftadır, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in, Erzurum özel yetkili savcıları tarafından sorgulanması ve tutuklanmasıyla kamuoyuna yansıyan, müthiş bir mücadeleyi izliyoruz. Olayın görünürde hukuki boyutu ön planda gibi olsa da, asıl çatışmanın daha derinlerde ve geniş kapsamlı olduğu ortada. Gelişmeler gösterdi ki asıl çatışma Hükümet ile Yüksek Yargı (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve HSYK) arasındadır.
Medyaya yansıyan boyutu ile olayın gelişimi kısaca şöyle:
- 1- İsmailağa Cemaati ile ilgili soruşturma açan Erzincan Başsavcısının bu soruşturmasını çok geniş tutması ve içine çok ünlü AKP’lileri de dâhil etmesinden Hükümet rahatsız olmuş. İddiaya göre zamanın Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek Başsavcıyı arayarak soruşturmayı durdurmasını istemiş.
- 2- Başsavcı tutumunu değiştirmeyince bu defa Erzurum’daki Geniş Yetkili Mahkemenin (eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine kuruldu) özel yetkili savcıları harekete geçmiş. Dosyanın kendi yetki alanına girdiği gerekçesiyle dosyayı Erzincan Başsavcılığından almış. (Erzurum Mahkemelerinin yetkili olduğu, İsmailağa Cemaatinin silah ve şiddet kullandığına dair gelen imzasız bir ihbar mektubuna dayandırılmış.)
- 3- Yine iddiaya göre Erzincan Başsavcısının Hükümeti kızdıran başka bir vukuatı(!) daha varmış. İliç İlçesindeki altın madeni hakkında açılan soruşturmayı Başsavcı Cihaner tamamlatmış ve hazırlanan dosya da, madeninin sahibi ABD şirketini, ortağı olan AKP’ye yakın bazı kişileri ve Adalet Bakanlığı’nı rahatsız etmiş.
- 4- Erzurum özel yetkili savcılarının Erzincan Başsavcısı hakkında da açtığı soruşturma ve tutuklanması talebini müteakip, Başsavcı Cihaner Mahkemece tutuklandı. Başsavcı hakkında “Ergenekon örgütü üyeliği, resmi evrakta sahtecilik yaparak görevini kötüye kullanmak” gibi ciddi iddialar yanında “lojmanlara usulsüz olarak kameriye yaptırmak” gibi iddialar da yer almakta.
- 5- Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) “yetki aşımı” yaptığı gerekçesiyle Erzurum savcılarının özel yetkilerini kaldırdı. Bunun üzerine Adalet Bakanı kendi başkanı olduğu HSYK hakkında sert bir açıklama yaptı. HSYK da aynı zamanda Kurulun başkanı da olan Adalet Bakanına ağır cümlelerle cevap verdi.
- 6- Hükümet, Adalet Bakanının sözlerini savunurken, muhalefet HSYK Başkanına destek verdi.
Hâkimler ve Savcılar Kanununa göre 1. sınıf savcıların soruşturma ve kovuşturmasında ikili bir düzenleme mevcut. Kanun “Görevden doğan veya görev sırasında işlenen suçlar” ile “kişisel suçları” ayırmış. Başsavcıya isnat edilen suçlar kişisel suç olsaydı soruşturma yetkisinin Erzurum savcılarında olacağında ihtilaf yok. Fakat isnat edilen suçlar “görev suçu” kapsamına giren suçlar olduğuna göre “yargılamanın Yargıtay‘da yapılması, soruşturma usulünün ona uygun yapılması gerekir… Asla özel kovuşturmaya tabi tutulamaz.” Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) bu görüşe dayanarak Erzurum savcılarının özel yetkilerini kaldırdı.
Yetki konusunda Hükümetin ve destekçilerinin görüşü ise şöyle: CMK 250. maddeye göre, yargılanması Anayasa Mahkemesi veya Yargıtay tarafından yapılan kişiler, mesela birinci sınıf hâkimler ve savcılar hakkında istisna var (Yargıtay’da yargılanacak bu kişiler geniş yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanamaz) ama “soruşturma” konusunda değil, “yargılama” konusunda! 250. madde açıkça “yargılanır” diyor, “soruşturma”dan bahsetmiyor. Özetle, kişisel olsun, görevle ilgili olsun, ‘katalog suçlar’da “soruşturma”yı Erzurum savcıları yapar! Ama kamu davası açılırsa, Erzincan Savcısı “birinci sınıf hâkim” statüsünde olduğu için, “yargılama”yı Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi değil, Yargıtay yapar.” (Bilmeyen okuyucular için hatırlatalım: “Soruşturma: Kanuna göre yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden -Savcılığın hazırladığı- iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi; Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar – Mahkemede – geçen evreyi ifade eder.”)
Eğer Türk yargı sisteminin herhangi bir Mahkemesinde adaletin gerçekleşeceğine tam bir inancımız olsaydı bu “yetki aşımı” tartışmaları sadece teknik bir konu olarak kalır, vicdanlarımız üzerinde önemli bir etkisi olmazdı. Görünen o ki, taraflar yargılamanın mercilerinin kendilerine yakın olan merciler olmasını istemekte. Yani bir tarafın yetkisiz olduğunu iddia ettiği savcılar ve hâkimleri karşı tarafın adamı olarak görmekte. “Senin savcın kötü, benim savcım iyi” diye düşünülmekte.
Türkiye için en tehlikeli gelişme yargının böyle keskin bir şekilde bölünmesidir. “Konu yargıya intikal etmiştir, adaletin tecelli etmesini beklemeliyiz” sözü artık inandırıcılığı kalmamış bir klişe haline geliyor.
Zaten uzunca bir süredir “adalet sistemi üzerinde hükümetin siyasi kontrol ve baskısının olduğuna dair” iddialar ve şikâyet konusu uygulamalar hükümet üzerinde ağır bir yük oluşturmakta. Özellikle “Ergenekon davası” yargılamasında dikkat çekilen usulsüzlükler, kişi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasına getirilen haksız müdahaleler, “masumiyet karinesini” ihlal eden, bizatihi cezaya dönüşen uzun süreli tutukluluk tedbiri gibi uygulamalar aslında bir hukuk reformu ihtiyacının da göstergeleri.
Buna karşılık hükümetin “elimizi kolumuzu bağlayan kararlar alıyorlar” diye şikâyetçi olduğu yüksek yargı organlarının zaman zaman haksız ve hukuka aykırı davranmadığını söylemek de mümkün değil. Özellikle AKP hükümetinin “kapatılma davası” açılması tehdidini hissederek çalışmasının, bu partide bir yüksek gerilim ve rövanş duygusu yarattığı açıktır. AKP’lilerin çoğu muhtemelen Başsavcı Cihaner’in (adlarını ve sayısını hatırlamakta zorlandığımız darbe planlarına göre) darbe ortamını oluşturmaya çalışan bir Ergenekoncu olduğunu düşünüyorlar ve en ağır şekilde cezalandırılmasını istiyorlar.
Geçmiş mağduriyetlere ilaveten “siyaseten en güçlü zamanlarında her istediğini yapamamak” bu rövanş duygusunu kuvvetlendiriyor olsa gerektir. Nitekim sonradan “maksadımı aştı” dese de AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan‘ın ifadeleri bu duyguyu açıkça ifade ediyor: “Bu memlekette kimin kızının başı örtülü, hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu İmam Hatip’e gidiyor, hepsini fişlemişler. Kim muhafazakâr, kim Ramazanda oruç tutuyor, hepsini fişlemişler. Eee, şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar.”
Bu türlü keskin görüşler ve rövanş duyguları toplumu gerdiği gibi, hükümete ve AKP’ye zarar vermektedir. Hükümet gerilimi düşürmek ve makul çözüm yolları bulunmasına öncülük etmek zorundadır.
Hükümetin demokratikleşme gibi bir arzusu varsa öncelikle “hukuk reformu” adı altında Yüksek Yargı üzerinde de kontrolünü sağlayabileceği düzenlemeler yapmak, TSK’dan sonra Yüksek Yargı’ya da balans ayarı yapmak” heveslerini bırakmalıdır.
Demokratik olmak isteniyorsa öncelikle “seçilmiş krallar” yaratan siyasi partiler ve seçim kanunlarını değiştirsinler. Bir tek kişinin TBMM çoğunluğunu, Cumhurbaşkanını, TBMM Başkanını, YÖK ve diğer özerk kuruluşların başkanlarını, üst düzey bürokratların tamamını seçebildiği bir sistem demokratik olabilir mi?
Genel başkanın sıkça seçilmiş il ve ilçe başkanlarını görevden aldığı, bu görevlere genel başkanın istemediği kimseyi seçtirmeyen bir sistem ne kadar demokrasi ile bağdaşır. Seçilmenin yolu ya genel başkanın yakınında olmak veya yüksek harcamaları göze alabilecek zenginlikte olmaktan geçen, “seçimin finansmanını sorgulamayan” bir sistem neden değiştirilmez? İktidara gelenin ve çevresinin devlet imkânlarından Karunlaştığı bir düzen neden değişmez?
Demokrasi istiyorsanız, halkın hak ve iradesinin esas alındığı bir sistem istiyorsanız, işe buradan başlayınız. Hukuk reformuna başladığınızda da size güvenelim. Maalesef, mevcut gerilim ortamında yargı reformu yapmak da, Anayasa’yı değiştirmek de mümkün değil.