Unutulmamalı yalnızlık. Yalnız doğduk, yalnız gideceğiz dünyadan. Alışılmalı değil yalnızlığa, o unutulmamalı. “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz.” diyen, ne güzel yakalamış yalnızlığın sihrini. “Sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan… Yollarla barışmalı… Yalnızlığa alışmalı.” cümleleriyle nazire yapıyor Can Dündar. Yalnızlığa alışmak, gerekmiş. Can Dündar’a bir çift sözüm var: Beden, kendisine monte edilen protezlere ağrı ve sızı ile alışıyor; yalnızlık, ruhumuzun protezi değil ki nasıl alışılsın ona? O, ezelde ve ebette hep bizimle.
Alınyazımız değil bizim yalnızlık, varlık sırrımız. Biz var olduğumuz için var yalnızlık, yok olsaydık o da yok olacaktı. Düşünelim bir kez, dünyaya gelmeden önce yalnız değil miydik? Birçok mekânlardan geçtik yalnızlık sürecinde. Önce ruhtuk, ete kemiğe bürünmek için embriyo olduk. Dokuz ay süren zaman tünelinde de yalnız yaşadık. İsyan ettik yalnızlıktan kopmamak için. Ağladık, dünya penceresinden ilk ışıkları algıladığımızda. Sonra sarıp sarmaladılar bizi bebek diye. Yalnızlığı unutturmak için elimize oyuncak verdiler, bize ninniler söylediler. Bir süre uyum sağlayamadık yalnızlığımıza takılan protezlere. Çocuk, zekâ özürlü, geç konuşuyor, çevresine uyum sağlayamıyor, dediler. Hâlbuki memnunduk yalnızlığımızdan. Eğitim kurumlarına gönderildik, etkinliklere zorlandık; yalnızlığımızı unutmak için. Telkin telkin üzerine… Hiçbir zaman kendi duygularımızı yaşayamadık. Sosyal kimlik kazanmak uğruna bu çile değerdi doğrusu. Bunalıma düşsek de bunun hiç önemi yoktu. Tedavisi için dev sektörler oluşturduk.
Adına mevki, mal, kariyer denen protezlere yıllar sonra alıştık. Ruh kimliğimizi unutup dünyevi kimlikle tatmin olmaya başladık. Onlarsız yaşayamayacağımızı düşünür olduk. Verdiği ıstıraba rağmen ayağındaki nasırdan kurtulmak istemeyen hamallara döndük. Ben nasırımı severim, dedik; kariyer, mal, mevki için. Her insan, yaşadıkça nasırının kavgasını yapıyor, bunun ne kadar farkında? Ölümden korkutur olduk kendimizi. Aslında bu yalnız kalmaktan korkmaktı. Pek alıştırmışlardı bizi dünya orkestrasının enstrümanlarına. Kafamız şişiyordu gürültüden; bağımlılık yapmıştı bu musiki bizde. Çünkü yalnızlığı unutmuştuk.
Karanlıklarla baş başa kalsak, diyorum bazen. Uzun seyahatlere çıksak. Derin derin düşünsek, bedenimizden sıyrılıp soyut âlemde yaşasak. “Sabah rüzgarından başka kapımızı açan” ve gönül ateşinden başka bize yanan” olmasa. “Tefekkü-i mevt” eylesek asırlara denk saatlerce. Ölmeden ölsek, böylece içimizdeki yalnızlığı öldürmesek… Hiç korkar mıydık yalnızlıktan, ölümden? “Yalnızlığa alışmak”, o zaman içi boş bir söylem olurdu.
Yalnızlık fobisi ileri yaşlarda oluşuyor. O zaman, “bir yalnızlık şarkısı” söylüyor sazlar. Ruhun kirlenmesiyle yalnızlık kaygısı at başı gidiyor. Kirlenmesiydi ruhlar, bu denli korkar mıydık yalnızlıktan? “Yalnız geldik, yalnız gideceğiz.” bilinciyle değerler sistemimizi kursaydık, yalnız kaldığımızda azığımız olacaklar için bütün mesaimizi sarf etseydik, “bir varmış, bir yokmuş dünyası” gergefinde dokusaydık bedenimizi süsleyen kumaşları, “yalnızlık” bir sözcük olmaktan öte bir anlam ifade eder miydi bizim için?
Sözün burasında Yunus’u hatırlamak kadirşinaslık olacaktır. “Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeru” diyen şair, benin ötesindeki “ben”i yakaladıktan sonra yalnızlık çekmiş olabilir mi? Görünenin içinde görünmeyen “ben”i bulanlar için “yalnızlık” yok, görünen benini tek ben zannedenler için kalabalıklar içinde bile “yalnızlık” hep var.