Günde beş vakit namaz kılan bir Müslüman günde 40 defa Fatiha suresini okur. Ülkemizde namaz kılmayanlarımız bile çeşitli vesilelerle (güne başlarken, araba kullanırken, cenazelerde) Fatiha suresini okurlar.
Yani Türkiye’de Müslümanlar her gün defalarca (İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în) “Ancak sana (Allah’a) kulluk eder ve yalnız senden (Allah’tan) yardım dileriz” cümlesini tekrar etmektedir.
Müslüman olmanın ilk şartı “Allah’tan başka ilah olmadığına” iman etmiş olmak ve bunun bir sonucu olarak “yalnız Allah’a kulluk etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek“tir.
Benim bu ayetten çıkardığım iki ilke var:
•1- Müslüman Allah’la arasına ilahlar, kişiler veya kurumlar koymaz. İradesini başkasına teslim etmez.
2- Müslüman güçlüden yana değil haklıdan taraftadır.
Mübarek Ramazan ayı iman ve amellerimizin (inancımız ve yaptığımız işlerin) muhasebesini yapmak için bir vesiledir. Bu Ramazan ayını Allah’tan başkasına kulluk edip etmediğimiz ve O’ndan başkasından yardım dileyip dilemediğimizi sorgulamamız açısından bir fırsat olarak değerlendirebiliriz.
Bu çerçevede ayetten çıkardığımız iki temel ilke gereğince günlük siyasi gelişmelerde tavrımız nasıl olmalı egzersizi yapmaya çalışalım:
ALLAH’LA ARAMIZA KOYDUKLARIMIZ:
Ramazan ayında Oruç Baba, Telli Baba ve diğer türbelerde oruç açıp, orada dileklerinin yerine getirilmesi için çeşitli ritüeller yapılması, “maneviyatlarını besleyen bir sosyalleşme aracıdır. Doğru bilgiyle buluşmaları sağlanırsa bir kültürlenmedir aynı zamanda.” Ancak kabirdeki zatın hatırına Allah’tan değil de, O zattan dilekte bulunulursa “Allah’tan başkasından yardım dilemek” olur. Bu konuda Diyanet’in yaptığı uyarıların pek de etkili olmadığı anlaşılıyor.
Dini konularda bilgisi az olanların güvendikleri bazı Hocaefendi, Şeyh veya bilim adamlarının görüşlerine göre amel etmeleri normal bir davranış şeklidir. Ancak Kur’an-ı Kerim açıkça ortada iken, dinin diğer kaynakları (sünnet/hadis) bilinmekte iken, açıkça Kur’an’a aykırı telkinlere uyanların sorumluluktan kurtulmaları mümkün olmasa gerek. Karısını ve kızını “badelemesi” için şeyh bozuntusuna teslim edenin iyi niyeti, O’nun aklını kullanmamasından doğan sorumluluğunu herhalde kaldırmaz.
Siyasi konular ise daha da karmaşıktır. Bu sebeple daha Hazret-i Peygamber’in vefat etmesiyle başlayan süreçte, aralarında sağlıklarında cennetle müjdelenenlerin de bulunduğu sahabe arasında bile ihtilaf çıkmıştı. Farklı içtihatların eseri olarak sahabenin en büyükleri karşı saflarda çarpışmıştı.
Bugünün siyasi olaylarını ve siyasi aktörlerini değerlendirirken kendimize yakın bulduğumuz kişileri veya kurumları her konuda körü körüne desteklemek de bizi sorumluluktan kurtarmaz. Hele okumuş yazmış, kendisine aydın sıfatı layık görülmüş zevatın böyle bir tavrı Müslümanca bir davranış olamaz.
Genel değerlendirme yaparak desteklediğimiz siyasi aktörleri ve kurumları (liderleri / partileri / cemaatleri) hatalı icraatlarını gördüğümüz zaman bile desteklemek, “onlardan yanlışlık sadır olmaz” veya “bizdendir desteklememiz gerekir” tarzı davranışlar “Allah’la aramıza başka ilahlar koymak” gibi vahim bir günaha bizleri sürükleyebilir.
Müslüman “nerede bir kötülük görse eliyle veya diliyle düzeltmek borcu altında” ise veya en azından (imanın en zayıf şekli olarak) yanlışlıklara ve yanlışı yapanlara kalben buğz etmesi gerekiyorsa, körü körüne itaat kültüründen uzak durmak zorundadır.
GÜÇLÜ VE HAKLI TERCİHİ AÇISINDAN:
Müslüman, zayıf zamanlarında desteklediği dünün mağdurlarının, mağrur hale gelmesini eleştirebilmeli ve “sıra bizde” anlayışıyla yapılan hukuka aykırı eylem ve işlemlerine karşı çıkabilmeli.
“Milli iradenin” devlet yönetimine yansımasını engelleyen “vesayet rejimlerine” ve “yasadışı derin oluşumlara” karşı çıkabildiği gibi, Meclis’in ve Yargının tek bir iradeye bağlandığı “tek adam” yönetim sisteminin zararlarına da dikkat çekebilmeli.
Suriye‘de diktatör Esad‘ın halkına yaptığı zulüme karşı çıkanların, ABD’nin işgalindeki Irak’ta öldürülen bir milyondan fazla kişi ile bir o kadar tecavüze uğrayan Müslüman kadına yapılan zulüme dair bir tek söz söylememesinin İslami bir tavır olmadığını görebilmeli.
Geçen sene “sorunları olan ama kan ve gözyaşından uzak, huzuru olan Müslüman ülkeleri” demokrasi getirme vaadiyle harabeye çeviren gayrimüslim devletlere destek vermenin ne kadar İslami bir politika olduğunu tartışabilmeli.
“Demokrasi getirilen” Müslüman devletlerin kaynaklarını, küresel bankerlerin yönetmesine fikir ve eylem bazında destek olmanın, ilkesel bir kaynağının olup olmadığını sorgulayabilmelidir.
ABD, küresel sermaye ve Siyonizm gibi dünya siyasetinin belirleyicisi olan güç odaklarının yenilmezliğine iman edip, bütün siyasetimizin bu güçlülerden yana olarak belirlenmesini savunmak bir şirk (Allah’a ortak koşmak) tehlikesine bizleri götürebilir. Yani “yalnız Allah’a kulluk eder ve yalnız O’ndan yardım dileriz” ayetindeki Allah (C.C.) yerine ABD/küresel sermaye gibi yeni ilahlar koymak insanın imanını silip götürebilir.
Elbette “ilm-i siyaset” diye bir şey var, bu güçleri dikkate almadan siyaset yapmak mümkün değil.
“Oruç Baba’ya saygı duymak ve O’nun hatırına Allah’tan bir şey dilemek” insanın imanını güçlendirirken; “Oruç Baba’dan ev alması, kısmet bulması için dilekte bulunmak” imanınızı tehlikeye sokar.
Bu ince çizgi ABD/ küresel sermaye ilişkilerinde de geçerli. Bir yandan güç dengelerini gözetirken, pusulamız güçlülerin en güçlüsü olan Allah’ın yönünü yani Hakk’ı ve Haklıyı gösteriyor olmalı ve yönümüzü bu pusulaya göre belirlemeliyiz.