Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Bütün kirleri ve günahları temizleyeceğim inadına dercesine. Savuruyordu bereketini her bir yaprağın ve toprağın zerresine. Yaprak berraklığa toprak çamura kavuşuyordu yavaş yavaş. Tabiat, damlaların saflığında abdest alırken asıl günahkârlar sığınmışlardı taştan abidelerin ardına. Birkaçı yol kenarında kalmış, ısrarla sakınıyordu arınmanın nimetinden. Kimisi adımlarını sıklaştırıyor, kimisi yoldan geçen bir arabaya el kaldırıyordu. Yağmur şiddetini attırdıkça aklanma direnişi de şahlanıyordu.
Pencerelerin ardından yağmura bakış ise anbean bulutlarla kaplanan gökyüzü gibi değişim içindeydi. Günahkârlar içinde en masumlarından bir yazar, damlaların vuruşundan ilham ritmi arıyor ve sonunda birer birer kaybettiklerini döküyordu kâğıda. Balkonda bir çocuk elinde şemsiyesiyle yağmur damlalarını yakalamaya çalışıyordu. Belli ki dışarıda şemsiyesiyle kendini damlaların saflığından korumaya çalışan büyüklerine özenmiş. Ama onlardan farklı olarak yağmurdan sakınmak yerine çocuk masumiyetiyle ona kucak açıyordu. Başka bir pencerenin köşesinde oturan Fatma ninenin zihni ise çok geçmişe gitmişti. O zamanlar yağmur damlalarını bile ayırt ederdi gözleri. Şimdi ise sesini bile zar zor duyabiliyordu. Gözünden düşen birkaç damla yaş, dışarıdaki yağmura eşlik etti. Ölen eşini, can yoldaşını hatırladı. Islanıyor muydu, üşüyor muydu şimdi? Onsuz ne kadar da anlamsızdı hayat. Yalnız başına yenen yemeğin tadı bile yoktu. Çoğu zamanlar güçten düşmeyene kadar yemek bile pişirmezdi kendine. Bir tek çocukları yanına geldiği vakit kaybolan neşesi yerine gelirdi. Onlar da bu aralar uğramaz olmuştu. Hıdır Bey olsaydı böyle bir başına kalır mıydı hiç?
Yağmur hız kesmeden yağıyordu; ama günahkârlar hâlen ıslanmamıştı. Ne gözlerinde ne de üstlerinde tek bir damla yaş vardı. Kıyasıya bir rekabet, hırs, kıskançlık, intikam önüne geçilemez bir hızla ilerliyordu. Yağmurun ardındaki duvarlarda en iyi olma yarışı kafa kafaya gidiyordu. Bölüşülemeyen bir ego konulmuş masaya ve en büyük lokmayı alma mücadelesi başlamıştı. Neyin ispatı bu yarış? Peki, kime ve neye göre en iyi olma sevdası? İçine dönmeyi neden unutur insan? İllaki bir rakip lazımsa zatıalinizden iyi bir rakip var mıdır ki hayatta. Damdan düşer gibi düşmez kucağınıza başarı. Ona gidecek her yol da mübah değildir. Sabır ve emek ister. Kendine dönmeyi bekler. Aperitif tecrübelerle var oldum demek, vezir değil rezil eder insanı. Benlik sevdasıyla dokuz ay yerine üç ayda doğmuş ucube bebekler gibi ortada gezinmenin lüzumu var mı ki? Bırakın olgunlaşsın zihniniz, yumuşasın kalbiniz. Her daim kendinize kesin geri dönüş biletinizi.
Yağmura gelince o hâlen yağıyordu ve yağacaktı da. Temizlenmesi gereken tek bir günahkâr kalmayana dek dinlene dinlene bırakacaktı bereketini toprağa. İşi epeyce zordu yağmurun. Biter miydi ki günahkâr nesli? Onların daha çok işleri vardı küçük dünyalarında. Kümesi terk etmek olmazdı. Maazallah terk ederlerse sonra ne yaparlar. Gerçek dünya bütün heybetiyle ayan beyan dikilir karşılarına. Elleri, dilleri dolanır; yönleri, cihetleri sapar. Çıkmamak gerek kümesten. Görmemek gerek olanları bitenleri acıları, yıkımları. En çok da ne olmadıklarını…