Veşavirhüm Fi’l-emr (11)

92

“İş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven.”

…Savaşta, barışta, korkulu durumda, güvenlik halinde ve bunların dışında onların dünyevî maslahatlarıyla ilgili başka şeyler hususundaki ümmetin siyaseti demek olan “genel iş” hakkında onlara danış. Yani; Uhud savaşından önce yaptığın gibi müşavereye devam et ve bu uygulamayı sürdür. Eğer onlar o konuda yanlış görüş bildirirlerse, bütün hayır, tümüyle onlarla müşavere ederek onunla amel etmekle eğitilmelerindedir, -doğru bile olsa- başkanın görüşüyle amel etmekte değildir.

Çünkü eğer bu büyük “müşavere ilkesi”ni uygularlarsa hükümetlerinin geleceği bakımından onlara fayda söz konusudur. Çünkü çoğunluğun hataya düşme ihtimali fertlere göre daha azdır. Bir toplumun işini bir tek kişiye havale etmesindeki tehlike daha çok ve daha büyüktür.

Üstad Abduh dedi ki: Bir insanın, herhangi bir konuda görüş bildirmesi ve görüş alış-verişinde bulunması (müşavere etmesi) o kadar kolay bir husus değildir. Kendilerine danışılan kişiler birden çok olduğu takdirde çekişme çoğalır, görüşler çeşitli dallara ayrılır. İşte bu zorluk ve çetinlik dolayısıyla yüce Allah, Peygamber’ine ümmet içinde işin müşavereye göre yapılması sünnetini (kuralını) getirmesini emretti. Peygamberimiz son derece yumuşak bir biçimde sahabeleriyle istişarede bulunuyor, her söze kulak veriyor ve kendi görüşünden dönüp onların görüşlerini alıyordu.

İstişare ilkesi ve içtihadın sınırları:

Ben derim ki: Ayet-i kerimede elif-lamlı olarak gelen bu “el-emr” kelimesi, Mekke’de inen Şûrâ Sûresi’nde İslâm hükümeti için konulan birinci kaidede yer alan ve kendilerine izafe edilen “emir”dir. Söz konusu birinci kaide, bu dine inanan kimselerin nasıl olmaları gerektiğini açıklayan Yüce Allah’ın şu ifadesidir: “Onların işleri aralarında şûrâ iledir.” (Şûrâ, 42 / 38.) O halde “emir”den maksat, odak noktası kişisel görüş değil, vahiy olan; sırf dinî iş değil, genellikle yöneticilerin yürüttükleri ümmetin dünyevî işidir. Çünkü akaid, ibadetler, helâl ve haram gibi dinî meseleler danışmayla getirilen şeylerden olsaydı, din beşer yapısı bir şey olurdu. Oysa din, ilahî bir kurum olup, hiç kimsenin ne Hz. Peygamber döneminde ne de ondan sonra bu müessese üzerinde hiçbir görüşü olamaz.

Rivayete göre sahabeler, dünya hayatına dair bir meselede -vahye dayanarak değil de kendi bilgilerine dayanarak konuştuğunu anlamadıkça- Hz. Peygamber’e karşı görüş bildirmezlerdi. Nitekim Bedir günü böyle yapmışlardı. Çünkü Peygamberimiz Bedir suyuna en yakın yere gelmiş ve askerlerini orada konuşlandırmıştı. Bunun üzerine Hubab b. el-Munzir b. el-Cemûh dedi ki: “Ya Rasulallah! Bu konakladığımız yer Yüce Allah’ın seni indirdiği ve bizim asla daha ileriye ve daha geriye gidemeyeceğimiz bir yer mi, yoksa senin şahsî değerlendirmen, savaş taktiği ve savaş hilesi mi?” Peygamberimiz: “Tam aksine bu benim şahsî kanaatimdir, savaş taktiğidir ve savaş hilesidir.” dedi. Bunun üzerine Hubab: “Ya Rasulallah! Burası asker konuşlandıracak uygun bir yer değildir. Halkı buradan kaldırın; düşmanın konaklayacağı yerin en yakınındaki subaşına gidip orayı tutalım, sonra onun gerisindeki bütün kuyuları kapatırız.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “En isabetli görüş, işaret ettiğindir.” dedi ve onun görüşüne göre amel etti.

Peygamberimiz bu şûrâ ilkesini kendi zamanında durumun gereğine göre uygulamıştır.

İlk zamanlar Müslümanların sayıları azdı ve Mekke’nin fethiyle sonuçlanacak hicret olayının vücubu zamanında bir tek mescitte toplanmaları mümkün oluyordu. Daha sonra Hz. Peygamber sahabelerin geneliyle istişarelerde bulunuyordu ki bunlar kendisiyle birlikte bulunan kimselerdi. Toplumda görüş sahibi ileri gelen kimseleri ifşa edilmesi zararlı olan meselelerin sırrına ortak etmiş ve Kureyş’in savaş maksadıyla Mekke’den çıktığını haber alınca Bedir günü işte bu seçkin insanlarla istişarelerde bulunmuştur. Önce Muhacirler sonra da Ensar uygun bulduklarını açıkça belirtmedikçe kesin kararını vermemiştir…

Uhud günü de bütün sahabeleriyle istişarede bulunmuştur. (MENAR TEFSÎRİ, Şeyh Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza, Cilt: 4, Çevirenler: Heyet, Âl-i İmran Sûresi: 159.)

 

 

Önceki İçerikMeral Akşener’e Bir Nefeste Sakarya’dan!
Sonraki İçerik“EVET” Kampanyası ve Kul Hakkı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.