“İstiklâl Marşı” ve “Çanakkale Şehitlerine” gibi iki edebî şahaseri Türk milletine armağan eden Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy bundan 82 yıl önce 27 Aralık 1936 tarihinde aramızdan ayrıldı. Kendisini rahmet, minnet ve şükranla anarken, içinde yaşadığımız ülke şartlarını göz önünde bulundurarak, millî şairimizin İstiklâl Marşı‘na niçin “Korkma!” hitabıyla başladığının hikâyesini anlatacağım.
Birinci Dünya Savaşı sonunda yenik sayılarak, ordusu dağıtılan ve ülkesi düşman ordularınca işgal edilen Türk milleti büyük bir korku içindedir. Bu, hürriyet ve istiklâlini kaybetme, esarete mahkûm olma korkusudur. Vatanı ile bayrağı ile ve devleti ile tarih sahnesinden silinme, yabancı devletlerin boyunduruğuna girme korkusudur.
İşte Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, böyle bir atmosferde 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak İstiklâl Savaşı’nın meşalesini yakmışlardır. “Ya istiklâl, ya ölüm!” parolasıyla yola çıkan Kuvva-yı Milliyeciler, binlerce sıkıntı ve imkânsızlık içinde, bir taraftan yeniden millî bir ordu kurmaya çalışırken, bir taraftan da milleti içinde bulunduğu korku ve umutsuzluk psikolojisinden kurtarmaya çalışıyorlardı. Mücadeleye başlamanın ve başarmanın ilk şartı, özgüven ve moral güçtü. Fakat o anda orduları dağıtılan, toprakları işgal edilen ve yönetimi tutsak alınan bir ülkenin vatandaşlarında moral güç çok zayıftı, maneviyat çok bozuktu.
Savaşacağımız düşman hem sayıca, hem de silahça bizden çok üstündü. Karşımızda dünyanın en zengin ve teknolojisi gelişmiş ülkelerin orduları ve onların desteklediği Yunan orduları vardı. İşte İstiklâl Savaşı böyle bir atmosferde başladı. Milletin ve ordunun acilen morale ihtiyacı vardı. İşte bu savaşın manevi komutanlarından Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Marşı’nı yazma görevini böyle bir ortamda üstlendi. Taceddin Dergâhı’nın manevi ikliminde yazdığı millî marşımıza, milletimizin ve ordumuzun ihtiyacı olan bir umut ve moral sözcüğüyle başlaması gerekiyordu.
Bundan sonrasını millî şairimiz Âkif, yakın arkadaşı Eşref Edib‘e şöyle anlatıyor: “İstiklâl Marşı’nı yazma görevini üstlendikten sonra boş odaya girdiğimde, benim bugünkü sıkışıklığımda bir Müslüman daha yaşadı mı diye düşündüm. Ülkenin her yanı düşmanla boğuşuyor diye düşünürken, Peygamber Efendimizin, sadece Hz. Ebubekir’le Mekke’den Medine’ye Hicreti’ni hatırladım. Ebu Cehil’in yanında binlerce insan vardı. Mağaraya sığındıklarında, Ebubekir’in endişelendiğini fark edince, “Korkma Ebubekir, Allah bizimledir!” deyişini hatırladım. Peygamberimizin daha büyük bir zorlukta teslim olmayışı aklıma geldi ve marşı yazmaya ‘Korkma!’ diyerek başladım.”
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
2018 Yılının son günlerini idrak ediyoruz. Türkiye yurt dışında Suriye’de, iki süper güç ABD ve Rusya’nın güdümündeki bir savaşın içinde. Fırat’ın doğusunda 500 kilometrelik sınır boyunda, ileride Türkiye’yi tehdit edecek bir Kürt devletinin kurulmasına çalışılıyor. Irak’ta da sınırımızda Kuzey Irak Kürt yönetimi, bağımsız devlet olma mücadelesi veriyor. Soydaşlarımız olan Suriye ve Irak Türkmenleri perişan durumdalar. Hakları gaspedildiği gibi, varlıkları da ortadan kaldırılmak isteniyor. Bütün bunların yanı sıra Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkeleriyle de arası bozuk. Dünyada doğru dürüst dostumuz yok. Hattâ bazı Müslüman devletler, biz Filistin’i desteklerken, onlar İsrail’i destekliyorlar.
Türkiye’nin içindeki durumlar da yurt dışındaki durumumuzdan pek farklı değil. Güneydoğumuzda otuz yılı aşkın süredir bölücü PKK örgütü militanları ile savaşıyoruz. Bu savaşta bugüne kadar binlerce şehit verdik, hâlâ da vermeye devam ediyoruz. İç politikadaki durumumuz da pek iç açıcı değil. Kutuplaştırıcı bir nefret ve öfke diliyle millet karpuz gibi ortasından ayrılmış durumda. Siyasi partiler Kuzey ve Güney Kutbu kadar birbirinden uzak. Ötekileştirilenlerin temsilcisi olarak iktidara gelenler, bugün karşılarındaki kitleyi ötekileştirdiler. Karşı düşüncedekilerin kendini rahatça ifade edemediği, özgürce yazıp konuşamadığı, korkutulduğu ve sindirildiği bir ortamı yaşıyoruz.
2019 Yılına girerken gülmeyi unutmuş, mutsuz, huzursuz, kötümser, korkak ve ürkek bir toplumla karşı karşıyayız. En kötüsü, millet umudunu kaybetmiş. Bugünkü süreci, kaderi kabul ediyor. Yaygın olan “Ne yaparsanız yapın, bu değişmez” kabulünün, mutlaka aşılması gerekir. Bu psikolojide olanların şunu düşünmesi lazım. Bugünün şartları 1919’un şartlarından daha kötü değildir. Milletimiz daha eğitimli, ekonomik durumu daha iyi, daha örgütlü, iletişim daha kolay, sosyal medya yaygın kullanılıyor, dünya ile bağlantılarımız var. “Allah bir kapıyı kaparsa, bin kapıyı açar” diyen bir Peygamberin ümmetiyiz.
Yeni bir yıla giriyoruz. Her yeni yıl, yeni bir başlangıçtır. Açılan yeni bir sayfadır. Bu sayfanın yıl sonunda mutluluk sözleri ile sonuçlanması, milletçe göstereceğimiz omurgalı duruşa ve ortaya koyacağımız sağlam iradeye bağlı. Bütün umudunu kaybetmiş, ezik ve silik bir duruş sergileyenlerin, mutlu sona kavuşmaları mümkün değildir.
Mevlâna diyor ki: “Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir”. Biz de 2019’un bir umut yılı olması dileğiyle diyoruz ki: “Korkma!”, Hayatta korkulacak tek şey, korkunun ta kendisidir. Onu yenersen, kurtulacaksın. Başarmak için yeniden ayağa kalkıp, ümidimizi parlatıp heyecanımızı uyandıralım ve başarmaya inanalım.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!