<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>
Bir Türk
Beyi Ahmet Kabaklı – 1
Dr. METİN ERİŞ
1970’li ve 80’li yılların, kültür ve sosyal
faaliyetlerinde Aydınlar Ocağı başrolü oynarken, Ocak merkez üs hüviyetiyle
aynı zamanda birçok konuya açılım imkânı sağlamaktaydı. Meselâ, Kabaklı Hoca’mız
haklı ve gönlündeki sevda dolu istekleriyle bir Türk Edebiyâtı Derneği ve/veya
Vakfının faaliyetlerinin belli ölçülerde hareketlendirilmesini arzuluyor,
özellikle de Türk Edebiyâtı Dergisi’nin yeni veçhesiyle neşrinde hepimizden
gayret bekliyordu.
Ocak merkezinde yaptığımız çalışmalarla
konuda, herkes gibi benim de karınca kaderince, hizmet verme şansım oluyordu…
Zâten o yıllar boyunca Ocak, millî düşünceye öncelik veren bütün aydınların
mutlak uğrak noktası olması yanında, bütün ilim ve fikir adamlarının buluştuğu
ve feyz aldığı bir kaynaktı. Ahmet Kabaklı hocayla 1969 Milliyetçiler Kurultayı’nda
kökleşmeğe başlayan dostluğumuz, yıllar içerisinde Aydınlar Ocağı çerçevesini
aşacak, Edebiyât Vakfı ile Edebiyât Dergisi’ne, çok olmasa da, maddî ve mânevi
destek sağlamadaki hizmetlerimin ötesinde âile dostluğu hüviyetine kavuşacaktı.
Kabaklı Hoca ve eşleri hanımefendinin de dâhil olduğu öylesine seyahatlerimiz
olmuştur ki, bu gezilerin tadı hep hâtıra dünyâmda mükemmel güzellikler olarak
yerini almıştır… Hocayı uzaktan soğuk veya mesâfeli görenlerin, O’nunla bu
tür seyâhatlerde berâber olmaları ne kadar doğru ve güzel olurdu, diye
düşünmüşümdür… Sanırım bütün iç dünyâsı, edebî ve derûnî ölçülerle yıkanmış
kimselerde olduğu gibi, mahzun ve mükedder bir ruh yapısı taşırdı. Fakat hoca
bunu Anadolu bozkırlarının o sonsuz derinliğinden getirdiği halk kültürü ile
bezendiğini belgeleyen nüktelerle donatırdı. Böylece O’nun çok yönlü bilgi ve
görgü haznesinde yeşeren geniş ufkun kaynağını keşfeder, O’na hayranlığınız
daha da artardı. Ahmet Kabaklı’yı tanıdıkça ben O’nu, Orta Asya’da şekillenerek
Anadolu’ya yerleşen eski Türk beylerine benzetirdim. O’nunla sohbet etmek,
beni, hep bildiğim ama O’nunla olunduğunda daha farklı görünen güzergâhlara
doğru taşırdı. Gerçekte bu tuhaf bir duyguydu…
Burada Ahmet Kabaklı Hoca’yla ilgili
düşüncelerimi, O’nu âni bir rahatsızlık sonrası kaybetmemiz üzerine, 2001
yılında, Türk Edebiyatı Dergisi’ne gönderdiğim yazıdan esinlenerek satırlarıma
aktarmak istiyorum…
Ölüm, tıpkı doğum gibi insan için ne kadar
tabiî… Ama yakından tanıdıklarınız arasından yerinin kolay doldurulması
mümkün olmayan birinin ebedî âleme göçü insanı daha bir kedere gark ediyor.
Ahmet Kabaklı’nın vefâtı haberini aldığımda sarsıntım kederimle bütünleşmiş, ‘vah geldi ülkemin başına, vah Türk insanı’
diye söylenir olmuştum. Çünkü aziz Ahmet Kabaklı sâdece âilesi ve dostları için
değil, bütün Türkler için önemli ve yeri doldurulmaz bir şahsiyetti. Önce
okuyucusu olmuştum Kabaklı Hoca’nın. Sonra Aydınlar Ocağının kuruluş
çalışmalarının başladığı 1969 yılından îtibâren yakından tanıma şansını bulduğum
Kabaklı Hoca’nın en güzel yanı, O’nun iç dünyâsıyla dış görüntüsünün
farklılaşmadan birbirini tamamlamasıydı. Yıllar boyunca gördüğüm oydu ki Ahmet
Kabaklı, sahte bir kisveye bürünmeye tenezzül etmeyecek dosdoğru bir Türk
Beyi’dir. Hocalığı, edipliği, araştırmacılığı, yol göstericiliği ve özellikle üslûbu,
şüphesiz yeri kolay doldurulmaz bir değere sâhip kılıyordu Kabaklıyı. Ama daha
önemlisi O’ndaki dosdoğru, çarpıtılması mümkün olmayan karakter yapısıydı. O,
has, tertemiz iç dünyâsıyla Türklüğün âşığı idi. Üstelik bununla kalmaz, bu
sevdâyı bütünüyle kendi hayâtında yaşatırdı… Kederli, sıkıntılı günlerinde
bile yüzünden eksilmeyen beşuş tavrı sanki insana ‘hayat bu, fakat hedefiniz, ufkunuz, idealiniz varsa iç dünyâmızdaki
fırtınayı etrâfına, özellikle dostlarınıza aksettirmeyerek mücâdeleye devam
etmelisiniz’, der gibiydi…
Aydınlar Ocağı’nın kuruluşundan îtibâren,
Ocağın 1988 yılına kadar devam hizmet dolu günlerinde, onunla çok sık berâber
oluyorduk. Bu yıllarda Edebiyât Cemiyeti’nin, Edebiyât Vakfı’nın kuruluş
çalışmalarında ve Türk Edebiyâtı Dergisi’nin yayınında bütün sevdiklerinden
gayret beklerdi. Bu arada içerden ve dışardan pek çok darbe veya
vefâsızlıklarla karşılaşsa da, irâdesini ve sebatkârlığını hiç, ama hiç bir
zaman kaybetmezdi. Bizlere de irâdemizi kaybetmemek için sevdâlı ve azimli
olmanın yeterli olduğunu belgelemeğe çalışırdı… Böylece bir inanç adamı
olarak çevresine örnek olur ve âdeta Türk dünyâsına, ahlâklı ve inançlı
önderlere sâhip olunduğunda nelerin yapılabileceğini belgelemek isterdi.
Şöyle hâtıralarımı yokluyorum. Kabaklı Hoca’yla
seyahat güzelliklerini yaşamak bir başka anlama sâhipti. O’nunla konferanslar,
toplantılar vesilesiyle epeyce seyahat imkânı bulmuştum. Edebî ve fikrî olgunluğunu
tamamlayan mükemmel bir seyahat arkadaşlığı vardı. Nitekim grup içindeki
bütünleyici tavırları, hanımına karşı gösterdiği sevgi ve saygı, örnek
beyefendi kimliği, O’nunla seyâhati bir başka güzelliğe taşırdı. O’nunla
seyâhatler güzeldi güzel olmasına ama bir de öylesine örnek kimliği vardı gören
gözler için! Meselâ âile anlayışı bunlardan biridir… İşte bu noktada O’nun
âile anlayışı hakkındaki görüşlerine bakmamızda fayda var:
‘Türkiye’de
hâlâ en sağlam unsur âiledir ve bu milletimizin başlıca temel taşıdır.
Düşünülebilir ve beklenirdi ki, geçirdiğimiz devrim hattâ kültür devrimi
denebilecek kadar büyük değişmeler, bu âileyi yok etsin. Ancak bu tahakkuk
etmemiştir. İşte burada milletimizin bir hayâtiyet unsuru, bir meziyeti daha
ortaya çıkıyor: Irza, nâmusa, âileye verdiği değer. Bu değer hiçbir şekilde
elinden alınamamıştır. Türk, bunu spontane bir kültür olarak da Orta Asya’dan,
İslâm’dan süzerek getirmiş olmalıdır ki, âile müessesesi Türkiye’de yıkılamamıştır.
Yâhut en az yıkılmıştır. Gerek boşanmalar açısından, gerek hâlâ büyük âilenin
yaşayışı, ana-babanın saygı görüşü, çocukların aile ihtimâmı içinde
yetiştirilişi bakımından bu durum diğer ülkelerle kıyas edildiğinde açıkça
tespit edilebilir ki Türkiye, hâlâ çok üstün bir seviyeye sâhip bulunmaktadır.’
Seyahat arkadaşlığı sırasında ondan çok şey
öğreniyordum… Hele, bundan birkaç yıl önce biri Bilecik’e, diğeri yurtdışına
Bulgaristan ve Romanya’ya yaptığımız seyahatlerimizin doyumsuzluğunu anlatabilmem
ve tabiatıyla unutabilmem o kadar zor ki! O, fikir adamı kisvesini nükteleri,
fıkraları, iltifatları ve dostluğuyla bezeyerek seyahati daha bir zevkli kılar
ve kendisini her an aranır duruma getirirdi. Bu beraberliklerde bir şeyi daha
görmüştüm. Çevresini kat’iyen baskı altında tutmak istemez, her konuda istişâre
ederek karşı tarafın fikirlerine önem verirdi. Müzâkerelerini kendi edebî
üslûbu içerisinde ama anlaşılır bir seviyede tutarken, fikren başka dünyâlardan
olan insanları da cezbetmeyi başarırdı. Bir yurt dışı gezisinde, aramızda
çeşitli cenahlardan ve fikirlerden insanlar vardı. Görüyordum ki
sohbetlerindeki doyumsuzluk hemen herkes için, farklı algılansa da, bir câzibe
noktasıydı. Nitekim kendisini o seyâhate kadar hiç tanımamış bir ismi, Kabaklı
Hoca’nın cenâzesinde gözleri yaşlı olarak gördüğümde, O güzel insanın ülkemin
saf, tertemiz insanları için ne anlam taşıdığını bir kere daha anlayacaktım…
DEVAM EDECEK
921
AHMET KABAKLI DİYOR Kİ… Yunus Emre’yi Tasavvuf Tarîkat Edebiyat. (s: 107-108) Türk |
TÜRK
EDEBİYATI DERGİSİ
İstanbul’da, 15 Ocak 1972 târihinde, Yazar ve
fikir adamı Merhum Ahmed Kabaklı’nın başkanı olduğu, Türk Edebiyat Cemiyeti tarafından kültür ve yayın hayatımıza
kazandırıldı. Türk Edebiyatı Cemiyeti, 3
Ocak 1978 târihinde kurulan Türk Edebiyatı Vakfı bünyesine alındı.
Derginin sâhipliğini cemiyet ve daha sonra
vakıf adına Ahmet Kabaklı üstlenmişti. Kabaklı Hoca’nın ebedî âleme
intikalinden sonra sâhipliği, kardeşinin oğlu gazeteci yazar Servet Kabaklı,
O’nun da 28 Ağustos 2015’te vefatı üzerine Serhat Kabaklı üstlendi. İlk Yazı
İşleri Müdürü Metin Nuri Samancı idi. Sonraki yıllarda yazı işleri müdürlüğüne
değişik şahıslar getirildi. Muhtelif târihlerde dergiyi hazırlayan isimler:
Sevinç Çokum, Ahmet Taşgetiren, Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Turgut Güler, İsa
Kocakaplan, Mehdi Ergüzel, Vahap Elbir, Ayla Ağabegüm, Gazi Altun, tekrar İsa
Kocakaplan ve Beşir Ayvazoğlu, Bahtiyar Arslan ve İmdat Avşar.
Dergiler mezarlığını andıran basın
târihimizde, zaman kalburunun eleyemediği Türk Edebiyatı Dergisi’nin birinci
sayısında yayınlanan ‘Çıkarken’
başlıklı, Ahmet Kabaklı imzâlı sunuş yazısında derginin yayın politikası şu
cümlelerle açıklanıyordu:
Türk Edebiyatı
Dergisi,
fikir ve sanat hayatımızdaki hercümercin içinde telâşsız ve tarafsız
olarak sağduyu ve sâkin düşünceyi işâret eden bir gösterge olmak arzusu ile
çıkıyor. Bugüne kadar birçok sanat ve fikir hareketine öncülük eden Türkiye
Edebiyat Cemiyeti, sayısı pek çok
olan değerli mensupları ile Türk
milletinin geçmişi ve bu günü, eski ve yeni edebiyatçılar,
çağdaş ve klâsik sanatlar arasındaki yakınlaşmayı bu
Türk Edebiyatı Dergisi
ile sağlamayı düşünüyor.
Dergimizin her
sayısında çok seçkin imzaların yer aldığını göreceksiniz. Bu imzalar, zaman
zaman yazacaklar. Fakat kuvvetimiz, sâdece onlarda değildir. Tanınmış veya
tanınmamış, pek çok sanat ve fikir
adamları Türk Edebiyatı’nı güçlendireceklerdir.
Elinizdeki bu
sayı, birçok sebepten dolayı aceleye,
gelmiştir; on gün gibi bir zamanda
çıkmak mecburluğu olmuştur. Türk Edebiyatı’nın tam kadrosu ve tertibi, gelecek sayılarda, gittikçe gelişen niteliğiyle görülecektir.
Bu dergide ilk iş:
Türk Edebiyatı’nı, en uzak mâzisi, uzak ve yakın geçmişi ve bu günü ile bir
yekpâre bütün hâlinde düşündüğümüzü söylemeliyiz. Yeni’yi yapabilmek veya
yapabileceklere ışık tutmak için geçmişe sık sık döneceğiz. Çünkü içinde yaşadığımız
kültür ve sanat buhranının, mâzideki unsur ve eserleri, yeniden değerlendirmek
gücünü gösterememiş olmamızdan doğduğunu biliyoruz.
Yeni yetişenlerin,
başka ülkelerde yapılan deneyişleri öğrenmeden veya o deneyişlere özenenleri
taklit etmeden önce kendi ülkelerinde, eski veya çağdaş sanatkârlarının
deneyişlerini tanımak mecburiyetinde olduklarını kimse inkâr edemez. Şeyh
Galib’in ‘Hüsn ü Aşk’ Mesnevîsini yazarken
Mevlâna’dan faydalandığını îma ederek:
‘Esrarını
Mesnevi’den aldım.
Çaldımsa da mîri malı
çaldım’
Demesi gibi, bir
gencin kendi sanat ve edebiyatından, çağdaş usuller ve temalar içinde
faydalanması, ‘meşru’ bir ‘hırsızlıktır.’ Nitekim yabancıdan
çalınmış mal, kırk yıl geçse bile yerlileşemez, ona ‘sâhiplik’ konusu kuru bir dâva olarak kalır. Yahya Kemal’in, Mehmet
Âkif’in hattâ Gökalp’ın ‘yeniliklerine’
bakınız:
Her üçü, çağdaşlaşmış
kafa ve gönüllerin, kendi sanatlarına ve hayatlarına eğilerek, kudretleri
ölçüsünde ortaya koydukları tâze örneklerdir. Bunlara karşılık millî hazineyi
horlayıp sâdece ‘Batı malı’ aktaranların alacalı yenilikleri, çabuk eskimiştir.
Yeni sanat, ulu bir çınarın bütün yaprakları ile bütün çevrelerdeki ışık, ses
ve rüzgârlara açılışına benzetilebilir. Yâni sanat, üflenmek üzere yabancı
ağızlara uzatılmış bir nefesli saz değildir.
Dergimiz, millî duygu
ve fikir köküne bağlı olarak yetişeceklere dış âlemin yeni eski tecrübelerini
de sunabilmek için, tercüme yazı ve şiirler de yayımlayacaktır. Her milletin
edebiyatlarından ve beliren yeni akımlardan çeşniler verecektir. Ancak, bu
konuda bir ‘Türk Edebiyatı’ dergisi
olduğumuz ölçüsü unutulmayacaktır.
Dilde, ‘yaşayan Türkçe’yi esas tutacağız. Türk Edebiyatı
gibi Türk dilinin de imkânlarının tükenmiş olduğunu; ikisini de bir yana iterek
taklit ve temelsiz sanat yapmak ve ‘uydurma
dil’ kullanmak gerektiğini kabul etmiyoruz. Bütün dünyâda şaheserler,
yaşayan dil ile verilmiştir. Bizde bu hususun ölümsüz belgeleri, Yunus Emre’nin,
Yahya Kemal’in şiirleri ile Ömer Seyfeddin’in hikâyeleridir. ‘Uydurmacılık’ Türkçe’nin inkârı
demektir. İnkâr, yıkıcılıktır. Anadolu Türk şiiri, ‘havas’ denilen üst zümre’deki birçok edebiyatçının Türkçe’yi
reddedişine karşılık, Yunus’un Türkçe’yi kabulü ile başlamıştır. Hacı Bayrâm-ı
Veli, canlı Türkçe’nin en güzeliyle söylediği şu dörtlükte, Anadolu’da
milletimizle birlikte, Türk edebiyatının da nasıl kurulduğunu, sanki dile
getirmektedir:
Nâgehân
bir şâre vardım
O şârı yapılır
gördüm.
Ben dahi bile yapıldım
Taş ve toprak arasında.
‘Taş ve toprak arasında’ Türk halkının konuştuğu Türkçe bulunacak,
yeni güç sâhipleri, onu incitmeden ve zorlamadan kullanacaklardır.
Türk Edebiyatı,
Türkiye Edebiyat Cemiyeti adına, yurdun neresinde bir değer, bir istidat
görürse, ona sâhip çıkacaktır. Öylelerini arayacak, onları yalnızlıklarından ve
kurda kuşa yem olmaktan kurtaracaktır. Sütunlarını onlara açan Türk Edebiyatı,
mevcut şöhretleri size sunarken yeni bir sanatın fidanlığı olmaya da
çalışacaktır.
Türk Edebiyatı’nda
başka sanatlarımıza da yer ayrılacaktır. Sergiler, konserler, sahneler ve
günlük sanat olaylarından akisler de bulunacaktır.
Türk Edebiyatı
ideolojiye, kalıpçılığa ve dar görüşe karşı olanların buluşma yeridir.
Titizlendiğimiz nokta: ‘hâlis sanat ve
doğru düşünce’ meselesi olacaktır.
Türk Edebiyatı
memlekete dönecektir… Ay çiçeğinin gıda ve hayat alabilmek için güneşe dönmesi
gibi. Fakat ‘güneşe dönüş’ teşbihini
genişletebiliriz: Güneş, kâinatları içinde toplayan kesif kudret demektir.
Bizim memlekete dönüşümüz de onun her şeyine, özüne ve ‘idesine’ toplu olarak eğilmek olacaktır. Memleketin târihine de, coğrafyasına,
insanına, anıtlarına, minâre ve fabrikalarına da… Köylüsüne, işçisine,
esnafına, münevverine, memuruna, işsizine, haksızına da… Halk, Dîvan,
Tanzimat, Yeni edebiyatlarına da… Sazına, tamburuna, neyine, piyanosu ve
gitarına da… Nakışına. çinisine, hattına, minyatürüne, kilimine, taş basması
resmine de… Ve mimarisinin, raks ve balesinin, halay ve horonlarının her
türlüsüne… Zira biz ayçiçeğinin güneşe dönmekle hayat bulduğuna görerek
inandığımız gibi, Batı ve Doğu’daki her güçlü sanatın ancak şu saydığımız
unsurlardan devşirilerek terkib edilen ışıklarla meydana geldiğini de
biliyoruz.
Nitekim bu dergi,
Türk sanat ve kültürünün hiçbir kolunu ‘ölü’
saymayacaktır. Zîra ‘müzeye kaldırılanlar’
bile (hattâ daha çok onlar) Avrupa’da yeni sanatın ilham kaynaklarıdır. Sanat
veya kültürümüzün şu veya bu koluna ‘öldü’
demek, elbette Türk milletinin değil ama bunu diyenlerin ölmüşlüğünü ifâde
eder. Şu halde yeni sanatın bütün saydığım kaynaklardan besleneceğine inanan
Türk Edebiyatı, bu kaynakları sık sık değerlendirmeye çalışacaktır.
(DEVAM EDECEK)
AHMET KABAKLI İÇİN DİYORLAR Kİ: Ciltlerce Ahmet Birol Emil: Türk Edebiyatı Dergisi Ahmet Kabaklı Özel |