Dünyada huzur ve güven içerisinde yaşayabilmek, dinimizin gerektirdiği ibadetleri serbestçe yapabilmek için bir vatana mutlaka ihtiyaç vardır. Bir milletin var olması, varlığını devam ettirebilmesi ancak vatanına sahip çıkmasıyla mümkündür. Milletleri ayakta tutan ve toplumun birlik ve beraberliğini sağlayan ahlâkî değerlerden biri de hiç şüphesiz vatan sevgisidir. Vatan sevgisi fıtrîdir, yani insanın içinde yaratılıştan var olan bir duygudur.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de her insan gibi, doğup büyüdüğü, türlü zorluk ve sıkıntılarına rağmen çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehri seviyordu. Müşriklerin insanlık dışı baskı ve zulümlerine, şiddetli eza ve cefalarına maruz kaldığı halde Mekke’den ayrılmak istemiyordu. Fakat daha fazla dayanamayıp ilk Müslümanlarla birlikte Allah’a kulluk görevlerini rahatça yerine getirebilmek, İslam dinini daha iyi yaşayabilmek ve yayabilmek için Medine’ye hicret edip orayı kendilerine ikinci bir vatan edindiler. Hz. Peygamber ve Mekkeli Müslümanların asıl vatanları olan Mekke’ye olan sevgi ve özlemleri de hayatları boyunca devam etmiştir.
Allah Resûlü (s.a.s.) hicret için yola çıkarken Mekke’ye mahzun mahzun bakarak doğup büyüdüğü, yakınlarının bulunduğu yere karşı sevgi ve bağlılığını şöyle ifade etmişlerdir: “Vallahi, sen, Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah katında en sevgilisisin. Senden çıkarılmamış olaydım, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsaydı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt ve yuva tutmazdım!” (M. Asım Köksal, İslam Tarihi, I/412)
Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye yerleşip orayı yurt edindikten sonra, şehrin güvenliği, huzuru ve dış saldırılara karşı korunması için bir takım tedbirler almış, hukuki düzenlemeler yapmıştır. Medine’de yaşayan Müslümanlar dışındaki müşrik Araplar, Yahudiler ve diğer topluluklar arasında düzenlenen “Medine Sözleşmesi” ile şehrin dışarıdan gelecek saldırılara karşı hep birlikte müdafaa edilmesi kararlaştırılmıştır. (İbnHişâm, I, 501-504; Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 220-229)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve Müslümanlar Medine’ye saldıran sayıca kendilerinden kat kat fazla olan müşrik orduları ile yaptıkları Bedir, Uhudve Hendek savaşlarında çok büyük fedakârlık göstererek Medine’yi müdafaa ettiler. Allah Resûlü (s.a.s.), Medine’nin güvenliğini sağlamak için Yahudiler de dahil olmak üzere Medine ve çevresinde bulunan çeşitli kabile ve toplumlarla anlaşmalar yapmış, anlaşmaya yanaşmayan ve Müslümanlara saldırarak tehdit oluşturan kabileler üzerine askeri birlikler göndererek onları etkisiz hale getirmiştir.
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) vatan edindiği toprakları ve burada yaşayan insanların canlarını, mallarını, namus ve haysiyetlerini korumak, güven ve huzur içinde dinlerini yaşayabilmeleri için hukukî, siyasî ve askerî her türlü tedbiri almış, yeri geldiğinde Müslümanlarla birlikte savaşlara katılmış, hatta hayatını tehlikeye atmıştır. Nitekim Uhud harbinde düşmanların attığı oklarla yaralanmıştır.
Bir vatana sahip olmak ve onu korumak kolay değildir, büyük fedakârlıklar gerektirir. Şair bu gerçeği şöyle dile getiriyor:“Bayrakları bayrak yapan, üstündeki kandır/Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”Şanlı Ecdadımız bu cennet misali vatana sahip olmak ve onu koruyup bizlere miras bırakabilmek için tarih boyunca türlü türlü fedakârlıklara katlanmışlar, İstiklal şairimiz Akif’in:“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda/Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda”dediği gibi bu güzel vatanımızın her karış toprağını şehit kanlarıyla sulamışlardır.
İslam’ın yücelmesi ve vatan müdafaası için savaşırken ölen Müslümanlara “Şehid”, yaralananlara ise “Gazi” denilmektedir. Din, vatan ve mukaddesat uğrunda şehadet şerbetini içenler, Kur’an-ı Kerim’de şöyle övülmektedir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar.” (Al-i İmran, 3/169)Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de gazilik unvanını almış kimselere şu müjdeyi vermektedir: “Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyamet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi, koku ise misk kokusudur.” (Buhari, Cihad, 10) Hz. Peygamber (s.a.s.) vatanı korumak için hudutlarda nöbet tutmayı en kutsal görevlerden saymıştır. (Buharî, Cihad, 72)
Millet olarak varlığımızı korumanın, maddî ve manevî her alanda gelişip yükselmemizin yegâne şartının, millî birlik ve beraberlik olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bizi birbirimize düşürmek, vatanımızı bölüp parçalamak isteyen şer güçlerin oyununa asla gelmemeliyiz. Ecdadımızın bizlere emaneti olan ettiği bu vatanı, en iyi şekilde korumalı ve bizden sonraki nesillere olarak miras bırakmalıyız.
Bu vesile ile bu cennet vatanımız uğrunda canını vermiş aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi minnet ve şükranla yâd ediyor, Yüce Allah’tan rahmet diliyorum.