Günümüzde -halkın alım gücü zorlaştığı halde- her alanda çok çeşitli, birbirinden güzel ve değerli eserler neşredilmekte. Hele Yakın Tarih konusunda sayısız kitaplar ortaya konmakta. Özellikle Cumhuriyet Tarihi hakkında bakış açıları değişik, farklı yorumlarla yeni araştırmalar vitrinlerde boy göstermekte. Yakın Tarih hallaç pamuğu gibi atılmakta. Her iki taraf biraz da ifrat-tefrit ve tefsiri mahiyette, düşündürücü yapıtları bir bir okuyucu karşısına çıkarmakta. Velhasıl, tarih mevzuunda doyurucu çalışmalar kitapçı raflarında yer almakta.
Hem eski bakış açılarını te’yit ve doğrulama şeklinde yayınlar yapılmakta. Hem de yeni açılımlar tarzında bilinenleri daha da bilinir kılan ve kılacak olan tarih kitapları vitrinleri süslemekte.
Aslında yazılanların çoğu meçhul / bilinmez şeyler değil. Üzerine daha fazla eğildiğimiz ve öyle de yapmamız gereken, kıyıda köşede kalmış eski eserlerin yeniden ele alınması. Mazi kuytularından gün ışığına çıkarılmasıdır. Bütün bu -özellikle- Yakın Tarih alanındaki kıpırdanış ve toparlanışlar: aslında geçmişin yeni bir ruhla yazılmasından ibaret.
İşte bu mütalaa ve düşüncelerin sevkiyle birkaç alıntı. Takdir -her zaman olduğu gibi- okurun.
Merhume Münevver Ayaşlı Hanımefendi diyor ki: “Biz içinde yaşadığımız devri, gördüklerimizle, tanıdıklarımızla, işittiklerimiz veya işitenlerden işittiklerimizle, nüktesiyle, rivayetiyle… bizden sonra gelecek nesillere nakletmek istiyoruz. Biz tarih yazmıyoruz amma, belki tarihçi(ler) bizim ‘documents’larımızdan istifade edecek(ler)dir.” (Münevver Ayaşlı, İşittiklerim… Gördüklerim… Bildiklerim, İstanbul-1973 s: 3)
Tam bir Osmanlı Hanımefendisi olarak yaşamış olan merhume Münevver Ayaşlı’nın Vahideddin Han’ın İstanbul’u terk edişiyle ilgili bir hatırası:
Re’fet paşa, bir ara bize çok gelip giderdi. Hemen hemen her Pazar günü çaya gelir, akşam yemeğine kalır gece saat 11-12 sularında avdet eder (döner)di.
O zamanlar bu günkü gibi Boğaziçi’nde vasıta bolluğu yoktu. Çoğu zaman hava müsait ve deniz sakin olduğu akşamlar sandalla karşıya geçilirdi.
Sonraları, silah, ideal arkadaşı ve en yakın dostlarından Ali Fuad Cebesoy Paşa, Münakalat Vekili / Ulaştırma Bakanı olduğu zaman, sadece Re’fet Paşa’nın kolayca avdeti (dönmesi) için, Pazar günleri gece saat 11’de Boğaz’dan köprüye inen, bir vapur koy(dur)muştu.
Çok sübjektif, çok hislerine mağlup, çok enaniyetli, yani benliği olan Re’fet Paşa, bu beşeri zaafları yanı sıra, çok zeki, dünya görüşü kuvvetli iyi asker ve iyi kumandandı. Kendi deyişine göre: “Kumandan yetişmez, yetiştirilemez, insan kumandan doğar.” Derdi.
İstiklal Harbi’nde Dumlupınar’da ondan evvel Birinci Cihan Harbi’nde Gazze’de, iyi askerliğini ve kumandanlığını göstermişti. İyi ve talimli ANZAKLAR’ın karşısına (Re’fet Bey) yarı aç, yarı tok Mehmetçiklerle çıkıyor ve Anzaklar’ı püskürtüyordu.
Re’fet Paşa, yakın tarihimizin 50-60 senelik mes’elelerini ve hadiselerini iyi bilirdi. Hepsinin değilse bile, hemen bir çoğuna şahit olmuş, bir çoğunun da içinde bulunmuş, hadiselere karışmıştı.
İstiklal Harbi’nde ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti zamanında, zirvede değilse bile, hemen ondan sonra gelen kademelerde yer almış, sırasıyla Kumandan, Vekil, hatta üç ay kadar Başvekillik bile etmişti.
Buna işaretle, kendisi “Ben Sadrazamlık etmiş insanım”, “Ben bin sene yaşamış insanım.” Derdi.
Ankara’dan işgal altındaki İstanbul’a gelen ilk Kumandan yine Re’fet Paşa idi. İstanbul Re’fet Paşa’yı nasıl karşılamıştı. Onu bir Allah, bir de o karşılamayı görenler bilir.
Yalnız Re’fet Paşa’nın İstanbul’a gelişinin, Sultan Vahideddin’in kaderi üzerinde meş’um (uğursuz) tesirleri olmuştur. Daha Dolmabahçe’de ayağını İstanbul toprağına atar atmaz, kendisini Padişah namına selamlamaya gelen Yaveri (zannedersem Tevfik Paşazade Ali Nuri Bey olacak) Re’fet Paşa hiç de hoş karşılamıyor. Sonra, Padişah’la olan bütün temaslarında, Padişaha çok ürkütücü sözler söylediğini ve tavırlar takındığını yine kendisinden dinlemişimdir.
Hatta “Padişah’ın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki, nerede ise pabucum Padişahın burnuna değecekti.” demiştir.
Ankara’nın tayin ettirdiği, Padişahın genç bir yaveri, zannedersem bir Deniz Subayı, gece geç vakit koşa koşa Re’fet Paşa’nın kaldığı Babıali’ye geliyor, telaş içinde ve ağlarcasına:
“Padişahı, İngilizler yarın sabah kaçırıyorlar!” demesine mukabil (karşılık), Re’fet Paşa:
“Budala, ne üzülüyor, ne ağlıyorsun? Padişahı İngilizler kaçırırsa, Türk Milleti hiç bir gün, Vahideddin’in bu hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yakalarsak, bu sefer, Millet bizi affetmeyecektir. Bırak gitsin, Vahideddin işimizi kolaylaştırıyor.” Demiştir.
Evet, mes’eleyi bildiği halde, bilmemezlikten gelmesi ve hiçbir harekete geçmemesi, İngilizler’in işini kolaylaştırmış(tır). (a.g.e. s: 7-8)
Sultan Vahideddin’in vatandan ayrılışında, ayrı ayrı zaviyeden, fakat aynı paralelde ve aynı görüşte iki kimse vardır. Re’fet Paşa ve o zamanlar İstanbul’da astığı astık, kestiği kestik İngiliz Polis Kuvvetleri Kumandanı Mister Benet. Geçelim…
Re’fet Paşa’yı Pazar ziyaretlerinde dinler, dinler, bıkmadan dinlerdik. Kendisi çok zeki, hafızası çok kuvvetli, hadiselere ve mes’elelere derin vukufu vardı ve bu hakimiyetle mes’eleleri hiç bilinmeyen taraflarıyla anlatıyor, yahut büsbütün başka ve şaşırtıcı bir zaviyeden izah ediyordu.
Ben, sanki başkalarını mahrum etme bahasına, harikulade bir konseri tek başıma dinliyormuş gibi üzüntü içinde, kendisinden rica ederdim:
“Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok mes’elelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz. Bunların kapalı kalması ve bir gün şahitlerinin birer birer hayat sahnesinden çekilmeleriyle meçhul olarak kalması yazık değil mi?”
O zaman Re’fet Paşa susar, acı acı güler:
“Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, ONU da ben mi yıkayım?” derdi.
Günahı boynuna, verdiği cevap bu idi. Asıl sebep ne idi, bunu bilemiyoruz. Velhasıl, hatıratını yazmadan Re’fet Paşa da göçüp gitti.
Bir gün, rahmetli dostum Haluk Şehsuvaroğlu’na bunu hikaye ettiğimde, çok şaştı, ve:
“A! A! Bunlar söz birliği mi etmişler?”
“Bunlardan” kasdı, biri Re’fet Paşa, diğeri Rauf Bey (Orbay).
Merhum Rauf Bey de yakın tarihimizin devlerinden biri… Hamidiye Kahramanı, Başvekil, Büyükelçi, vesaire vesaire… Satırlar ve satırlar dolusu unvan, makam ve bunların içinde en mühimmi kendisinin üstün şahsiyetiyle Rauf Beyefendi.
Kendilerine de Haluk Şehsuvaroğlu, hatıralarını yazmaları için rica, hatta ısrar ettikçe, verdikleri cevap Re’fet Paşa’nın bana verdiği cevabın aynı oluyormuş.
Böylece, Hamidiye Kahramanı da kendisinden beklenilen hatıratı ve bir çok mes’eleleri aydınlatmadan göçüp gitti. (a. g. e. s: 9-10)
Re’fet Paşa’nın: “Bu Milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım?” cevabı(nda); yazılanlar doğru olmakla birlikte, bir çok
hakikatlerin de olduğu gibi bırakıldığına telmih ve işaretler var.
Elbette hiçbir şey gizli kalmaz. Kalmıyor zaten. Günün birinde kendini açığa çıkarıyor. Nitekim, zaman en iyi müfessir / yorumcu ve gerçeği açığa çıkarıcıdır hükmü, bu yüzden verilmiş olsa gerek. Zamanla gizli kalan ve kalmış olan çok şey daha iyi anlaşılıyor.
Nasıl ki, dağın yamacında dağın heybet ve büyüklüğü temaşa edilemez / seyredilemez. Tüm şaşaasiyle görülemez. Ama uzaktan, bütün görkemiyle dağ görülebilir. Bunun gibi, olayların içindeyken de çok zaman gerçekler tam olarak anlaşılmayabilir. İçyüzüne nüfuz edilmeyebilir. Ama yıllar sonra olaya uzaktan bakanlar, gerçeği görmekte, o günleri yaşayanlardan daha şanslıdırlar. Tıpkı verdiğimiz dağ misalinde olduğu gibi.
İşte Re’fet Paşa, bu sözüyle, belki de gerçeklerin gelecekte anlaşılmasının daha yerinde olacağını söylemek istemiştir.
Nitekim öyle de olmuş; yakın tarihimiz bugün daha iyi aydınlanmış vaziyette. Gittikçe daha da anlaşılır hale gelmekte. Taşlar yerine oturmakta.