Geçen yazımda üniversitelerin neye yaramaları gerektiğini
sıraladım. Dört “misyonları” vardı. Bu misyon ifadelerimiz bizdeki uygulamaya
uyuyor mu? Ne yazık ki her zaman değil. Bizim üniversitelerimize, bilhassa
yenilere, “Siz neye yararsınız?” diye sorulduğunda, can sıkıcı bir çoğunluk şu
cevapları verecektir- eğer samimî iseler:
Üniversite neye yarar?
Bizim adamların da artık doçent, profesör, rektör olmasına
yararız.
Bizim arkadaşlara ve onların akraba ve yakınlarına ömür boyu
aylık gelir sağlamaya yararız.
Yandaşlarımızı ödüllendirmeye yararız.
Arkadaşlarımızın sözlerinin dinlenmesine, artık onların da
uzman diye televizyona çıkmalarını sağlamaya yararız. (Yoksa bizi tenkit edecek
adamlar çıkar; maazallah.)
Ya öğrencilere hizmetiniz?
Mümkün mertebe çok öğrenci kontenjanı açıp dışarda kalanları
azaltmaya yararız. Lise mezunlarını mutlu etmeye; onların velilerini,
dolayısıyla seçmeni sevindirmeye yararız.
Öğrencilerimize diploma vermeye yararız.
Uzaktan eğitimde yapılan sınavda kopya çektikleri, ardından
da verdiğim ödevin tamamını hırsızlama hazırladıkları için tümüne sıfır
verdiğim 300 kişilik bir mühendislik üçüncü sınıf grubu, kendilerini şöyle
savunmuşlardı: Biz mühendislik yapmayacağız ki. Biz, memuruz; maaşımız artsın
diye diploma almak istiyoruz. Sahi o zaman niçin eziyet ediyoruz ki memur
kardeşlerimize? Verin diplomalarını alsınlar zamlarını! O üniversitede bir daha
ders veremedim. İdare hocalığımı beğenmemişti her halde.
Gerek yukarıdaki “yararız”ların, gerekse maaş zammı
“hizmet”inin Türkiye’nin ihtiyaçları ile ilişkisi yoktur. Öğrencilerin
ihtiyaçlarıyla da…
Kurumunuz organik mi?
Neden böyle? Bu zor sorunun cevabına kısmen yaklaşmaya
çalışayım. Bizim bütün kurumlarımız “organik” değil. Bir ihtiyacın karşılanması
için yükselen talepten doğmuş değil. Mesela ordumuzun organik olduğuna şüphe
yok. Orduyla gelmişiz, orduyla büyümüşüz, küçülürken de ölmemek için bütün
dikkatimizi orduya vermişiz. Ordu organiktir. Dış işlerimiz de öyledir. Osmanlı
artık dünyadaki tek devlet olmadığını görüp diplomasi yapmaya karar verince
“tercüme odası” ile başlamış bizim diplomat geleneğimiz. Adalet de her zaman
organiktir, toplumun olmazsa olmaz ihtiyacıdır; talebidir. Devletin (mülkün)
temelidir. Türkler hiçbir şey bilmeseler, muhakkak ki “devlet”i, yani “il”i
bilirler. İl kurmak ve tutmaktır işleri.
Bu yüzden olmalı bizi yıkmak isteyenlerin hedefinde bu köklü
kurumlarımız vardır. Önce onlara saldırılır: Orduya, adalete, dış işlerine.
Bizim üniversitemiz organik değil. Ya Batıda nasıl? 800 –
900 yıl önce tıpkı bizim Nizamiye medreseleri gibi din ağırlıklıymış; bir de
dini okudukları lisanları öğretirlermiş: Latince ve Yunancayı. Belki
İbraniceyi. Talep büyük çapta böyleymiş; arz da ona uygun. Zaten talep,
asillerden ve papazlardan gelirmiş. Halkın tahsil düşünecek hâli yokmuş. Ancak
şehirlilerin artmasıyla, önce 17. asır
bilim devrimi ve 18. asırda başlayan sanayi devrimiyle talep de arz da
değişmiş. Endüstri fabrikalarını kurup işletecek adamlar talep etmeye başlamış.
Üniversiteler hem bunları yetiştirmek için yapı değiştirmiş, hem de aynı
maksatla yenileri kurulmuş. Yeni toplumun organizasyon talepleri ve
sömürgecilik de sosyal alanları doğurmuş.
Dikkat ediniz: O organik üniversiteler, onların ürünlerine,
yani mezunlarına duyulan ihtiyaçtan kuruluyor. Talep tarafının çekmesiyle.
Bizimkiler girdinin baskısıyla; diploma arzusunun itmesiyle… Talebin çektiği
üniversitelerimiz de var ama pek az. Onların bile bütün bölümleri için öyle
değil. Hangileri? Giriş puanlarına bakın, hangileri olduğunu hemen anlarsınız.
Onlar mezunlarına iş vaat eden bölümlerdir.
O yüzden de öğrencilerin yönelimi onlaradır.
Diğerleri üniversiteymiş gibi yapıyor.
Girmek mi zor, çıkmak mı zor?
Bölüm öğrenci kontenjanlarını ne sınırlar biliyor musunuz?
Amfi kapasiteleri. Laboratuvarlı bölüm kontenjanları daha azdır. Ama hukuk,
matematik, ilahiyat, kamu yönetimi… Fakat son zamanlarda bu engeli de aşıyoruz
galiba. Geçenlerde basında, hiç öğretim üyesi bulunmayan tıp fakültelerinin
listesi yayımlandı. Öğretim üyesi şart mıdır? Öyle diyorlar… O halde unvanların
önündeki engelleri bir an önce kaldıralım. Mesela mülakatla unvan verelim. Niye
olmasın?
Kalite günlerimden başladım. Öyle bitireyim. Öğrencilerimizi
istihdam edecek sanayi liderleriyle görüşmemiz gerekirdi tabi.
Öğrenecektik: Ne talep ederler? Mezunlarımızı işe almaları
için öğrencilerimizi nasıl yetiştirmeliyiz?
Ankara Sanayi Odası Başkanı’nı davet ettik; etrafını sardık ve
sorduk: Bizden ne istersiniz: “Allah’ınızı seviyorsanız“, dedi, “artık xxx
mühendisi mezun etmeyin! Biz iş ve işçi bulma kurumu değiliz ama tavana kadar o
dal mezunlarının hayat hikâyeleri birikti. ”
Ne diyebilirdik ki? Kontenjanlar için YÖK tek şey söyler:
Daha fazla, daha fazla, daha fazla. Yoksa siz, Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre
bir planlama yapıldığını mı sanıyordunuz?
Acı bir tespittir: Bizim gibi ülkelerde üniversite girişinde
kuyruk vardır. İmtihanla alınır öğrenci. Ama üniversite çıkışında da kuyruk
vardı. Çünkü iş bulamaz… Bizim adamsa o başka tabi.
Sovyetlerin son zamanında bir işçinin sözü basına sızmıştı:
Biz çalışır gibi yapıyoruz, devlet de bize maaş verir gibi yapıyor. Sonuç
olarak, biz yükseköğrenim vermiyoruz. Verir gibi yapıyoruz. Bilim, araştırma
falan yapmıyoruz. Yapar gibi yapıyoruz. Öğrenciler mi? Onlar da alır gibi
yapıyorlar hâliyle.