Üçüncü Dalga: Liberal-Kapitalist Sistemin Dinle İzdivacı

98

Batı emperyalizminin evrelerini üç dalga başlığı altında açıklayabiliriz;

Birinci Dalga: Kuzey Afrika’dan Fars Körfezi’ne, Anur’dan Çin Seddi’ne ve Endonezya’ya kadar uzanan, bu medeniyet içinde özel bir yeri ve rolü olan Osmanlı Devleti’ni parçalamak şeklinde gerçekleşmiştir.

Batı’nın yayılmacı politikalarını engelleyen Osmanlı’nın gücü / kılıncı ortadan kaldırılmış ve Osmanlı toprakları küçük parçalara taksim edilmiştir.

İkinci Dalga: Parçalanan coğrafyayı yapay ve iç istikrarsızlığa gebe unsurlarla beslemek olmuştur. Diğer bir deyişle anılan coğrafya muharebe meydanı haline uygun hale getirilmiştir. Cetvelle sınırları çizilen ülkeler oluşturulmuştur. Milletleşme sürecini engelleyecek aşiret, kabile, mezhep çatışmalarını diri tutacak unsurlara karşı kültürel, hukukî ve içtimaî düzlemde milletleşme fikrini ve siyasetini izleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu aklı bu tuzağa düşmemek için felsefî ve içtimaî esaslar geliştirmiştir. Ne var ki İslâm coğrafyası dinî-etnik gerilimlerin içinde sürekli olarak enerjisini tüketmiş ve yer yer Türkiye de aynı girdabın içine sokulmuştur.

İki güç yörüngesi (NATO-Varşova Paktı) tarafından dünyanın parsellendiği Soğuk Savaş döneminde bu ülkeler, sınır-kenar kuşak teorisinin sömürülen parçaları olarak yerlerini almışlardır. Bu devletlerin büyük bir çoğunluğu iktisadî sömürü ve istibdadın zayıf düşürdüğü bir yapıya dönüş(türül)müştür. Batı, belirtilen coğrafyadaki bütün müstebit sistemlerin ve iktidarların hem kurucusu hem de muhafızı olmuştur. Batı hiçbir zaman bu coğrafyada demokratik kültürden ve sistemden taraf olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Batı’ya rağmen laik, demokratik ve sosyal hukuk devletine geçmiştir. İslâm düşünürü Muhammed İkbal Türkiye’nin bu iradesini, “Türkler, dogmatik uykusundan uyanmış, yeni yeni değerler üretmeye başlamıştır.” şeklinde tanımlar. Ve bunu milliyetçilerin bir başarısı olarak değerlendirir.

Üçüncü Dalga: Hedef toplumların değerlerini kullanarak demokratikleşme çağrısı üzerinden müdahale etme veya egemen güçleri davet etme siyasetine dayanmaktadır. Bu nedenle üçüncü dalga, “Liberal-Kapitalist Sistemin Dinle İzdivacı” şeklinde tanımlanan neo-liberal-muhafazakâr karışımı bir durumu ifade eder. 1990 sonrası dünyada kendini gösteren neo-muhafazakârlık-din izdivacından neşet eden sosyo-politik söylemin tezahür biçimi klasik siyasî anlayışı yansıtan unsurlar içermektedir. Ağa-Irgat, Ruhanî Otorite-Mürit ilişkisini besleyen bu yapıyı demokratikleşme süreci olarak tanımlamak gerçeğe aykırıdır. Bu durum, demokratik kültür ve sistemle çatışan, farklı otoriter yapıların öne çıkan bir otoriteye bağlılığını ifade eden milletler sistemine zemin oluşturan içeriğe sahiptir.

Otoriter /Karizmatik yönetim biçimi olarak adlandırdığımız yeni siyasî düzenin zihnî ve amelî tutumunu şu esaslar oluşturmaktadır: (a) Tanımlanmış yargı geçerliliğini hukukî kurallardan değil, değer yargılarını benimsediğini söyleyen kesimin politik söylemine uygunluktan alır. (b) Resmî olmayan karizmatik önderlerin resmiyet kazanarak devlet-içinde devlet olmasının önü açılır. (c) Eğitim ve sınav, devletin tarafsızlığından ve fırsat eşitliğinden çıkarak karizmatik önderlerin üstünlüğünü ve etkinliğini sağlamanın aracı olarak işlev görür. (d) Bürokrat / memur, resmî kurumun esaslarından daha çok karizmatik önderlerin taleplerini tam zamanlı olarak yerine getirmekle görevlidirler. (e) Allah inancı bir ahlâkî tutuma değil, keyfiliğe açık olduğu için içeriksiz ancak verimliliğe dönük bir inanç haline getirilerek her alanda din, verimliliğe ve işlevselliğe araç yapılır.

Liberal-kapitalist sistemin dinle izdivacından ortaya çıkan bu durumun görüntüleri, ülkelere göre farklılık arz etmektedir. Fakat bu farklılık, bir mahiyet farkı değil, derece farkıdır. Belirtilen izdivaçtan mütevellit söylem, halkın somut algısına hitap ederek din yoluyla toplumu / toplumları kontrol etmek şeklinde özetlenebilir. Soğuk Savaş döneminin ardından daha açık bir şekilde vurgulanan din-siyaset merkezli görüşlerin küresel siyasî otorite tarafından seslendirilmesi bir tesadüfün eseri değildir. ABD devletinin ideologları, ülkelerinin İncil’deki seçkin millet olduğunu ve dünyaya iyiyi kabul ettirecek imâna muktedir olduklarını sıkça beyan etmektedirler. Hıristiyanlığın eskatolojik unsurlarını küresel güç mücadelesinin parçası yapan neo-muhafazakâr politikaların hem toplumsal hem de kurumsal düzlemde bu kadar yaygınlaşması, 1990 sonrası dünyanın yönünü somut bir şekilde ortaya koymaktadır.

Önleyici savaş modeli üzerinden sürdürülen politika, Irak’ın işgalini beraberinde getirmiştir. Irak’a müdahale etmek için ileri sürülen ve algı kalıbı haline getirilen bütün gerekçeler boş çıkmıştır. Bu durum dünyada tepkiye neden olunca Başkan Barack Obama, önleyici savaş çerçevesinde yapılan müdahalelerle oluşan tepkiyi düşürmek ancak dönüşümü sağlamak için değerler diplomasisi modelini uygulamaya koymuştur. Belirtilen amaca bağlı olarak iletişim ağları yoluyla sivil güç oluşturma ve dini-kültürel unsurları ve sembolleri kullanma politikası hızla sürdürülmektedir. Tunus’ta başlayan ve Suriye’ye kadar uzanan, önümüzdeki süreçte yayılma alanı giderek genişleyecek olan “sivil isyan”ın unsurları ve parçaları, sadece yeni insan ve iktidar tipini anlatmıyor, aynı zamanda muhafazakâr düzenin yapısı hakkında bilgi veriyor. Demokratikleşme projesi olarak takdim edilen bu proje, hedef coğrafyayı yeniden biçimlendirmek için üretilen ahmaklaştırma projesidir.

Liberal-kapitalist sistemin dinle izdivacından üretilen bu model, 21. yüzyılın başında sosyo-politik bir ikame aracı olarak işlev görmektedir. Aynı anda hem yerel hem de küresel düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir tarihî sistemin üretilmesini amaçlamaktadır. Neo-muhafazakâr sosyo-politik dilin geniş kitlelerin ihtiyaçlarına yeterli cevap verdiği algısının üretilmesi ve kabul görmesi, “bir taraftan çağdaş muhafazakârların liberal demokrat eğilimleri bünyelerine taşımalarına, diğer taraftan geleneksel değerleri benimseyen dindar kesimi dönüştürmeye, hatta iktidarın dönüştürücü özelliği sayesinde muhalifleri yanlarına almalarına” ortam sağlamıştır. Arap Baharı adı altında işgali, özgürlükler adı altında terörü meşrulaştıran bu model, fikrî ve ahlakî anlamda toplumu ahmaklaştırma politikasının yeni adıdır.

Açık bir işgali “bahar”, terör örgütünün yaptığı eylemleri “özgürlük arayışı” olarak takdim etmenin iki anlamı vardır: (a) Bunu söyleyenler şahsî menfaat ve konumları için belirtilen projenin parçası olmuşlardır. (b) Otoriter sistemlere karşı muhalefet etmenin yolunu (Mısır, Libya, Tunus, Suriye) İslâm üzerinden sürdüren hareketler, çareyi egemen güçlere eklemlenme de görmüşlerdir. Türkiye bu kalıba sığmadığı için neo-liberal-muhafazakâr gibi zorunlu bir ittifakı üretmiş ve bu ittifakın üzerinden jeo-politik düzenlemeye zemin oluşturulmak istenmiştir. Her olay operasyonel mahiyete taşınarak dönüşümün fitili yakılmıştır.

Üçüncü dalganın aktörleri her ne kadar şu an itibariyle fazla bağırsalar da bilinmelidir ki bu, Batı’nın son seferidir. Bu kartopu, bahsi geçen coğrafyanın sıcağında eriyip kendinden geçecektir. Buna öncülük edecekler millî, insanî ve İslâmî esaslar üzerine kurulan isyan ahlâkının temsilcileri olacaktır. Çünkü Batıcılık ve İslâmcılık, üç dalganın siyasî hamleleri içinde çürümüş ve anlamını yitirmiştir. 21. Yüzyılın ışığında gelecek tasavvuru, emperyalizmin üçüncü dalgası olan siyasî-stratejik hamleyi yapı-sökümüne uğratmak olmalıdır.