Binbir emel ve gayeler peşinde, dur durak bilmeden koşan birader! Almışsın hayalini eline, düşmüşsün hayat denen yola. İşte buldun kendini bir arazide. Bakıyorsun sağa sola. Kimse yok etrafında. Ne gören var ne duyan. Baş başasın kendinle, yapayalnız olarak.
Çadır direkleri gibi, göğe yükselen dağların kuşattığı bir vâdidesin. Üstlerini bürüyen bulutlar zemini karanlığa boğmuş durumda. Sanki donmuş bir tavan altındasın! Karanlık sıkıyor seni. Önünde ise üç yol var. Çoğu birinci yoldan gider. Âlemi dolaşmak ister. Herkesi seyahat etmeye teşvik eder.
İşte sen de yaya olarak düşmüşsün yola. Sahranın kum deryaları; sanki hiddetle tehditler yağdırıyor sana. Dağ gibi dalgalar kızgınlık gösteriyorlar. Derken öteki yüze çıkıp güneşi gördün. Tabii, çektiğin zahmetleri ancak sen bilirsin. Yine vahşet dolu yere döndün. Tepende karanlıklar.
Oysa sana lâzım; güzelliklerle donanmış kalp gözünü ışıklandıracak, aydınlık bir dünya. Sendeki cesaret, büyük tehlikelerle dolu bu yere girmekte, sana en büyük destek.
İkinci yolda yeryüzünün tabiatı, yerin karakteri çıkar karşına. Basıp geçersin o tarafa; ya fıtrî / doğal bir tünelden titreyerek ve nazlanmadan fakat yalvararak.
Fakat o zaman tabiatın zeminini eritecek, yırtacak bir madde var elinde.
Üçüncü yolun mucizeli delili, yani insanların benzerini yapmaktan aciz kaldığı deliller.
Kur’an onu sana verir. Hiç korkma! Bak, şurada tünel gibi mağaralar, yer altı akıntıları bekliyorlar seni. Seni geçirecekler. Tabiatta, şu müthiş / dehşetli katı ve sert oluşlar; seni hiç korkutup ürkütmesin. Çünkü bu abus çehre / asık ve ekşi surat altında, merhametli sahibinin tebessümlü / güler yüzü var.
Radyuma benzeyen, o Kur’anî madde olan ışıkla sez! İşte gözün aydın! Işıklı, aydın âleme çıktın. Bak şimdi, şu çok nazlı yeryüzüne. Bu lâtif / hoş ve güzel fezaya. Başını kaldır da bak! Sema ve göklere ser çekmiş bulutlara. Zira hepsi davet ediyor seni; asıl mürşit / yol gösterici olana.
Yani şu Tûbâ Ağacı’na. Meğer o Kur’an imiş; dalları her tarafa uzanmış. Eğilmiş bu dalı sen de tutmalısın ki, alsın seni oraya.
O semavî ağaç, bir timsal / bir görüntü. Zeminde olmuş çok nurlu bir din.
Demek, zahmet çekmeden o yol ile, çıkarsın bu parlak âleme. Sıkmadan zahmet seni.
Madem yanlış etmişsin; eski yere döner, doğru yolu bulursun. Çünkü üçüncü yol, şu dağlar üstünde durmuş olan Şahbaz / Beyaz Doğan Kuş’un cihana seslenen hitabında saklı.
Çünkü, bütün cihana okuyor bir Ezan’ı. Bak en büyük müezzin olan Hz. Muhammed, davet ediyor insanı, nurlar nuru olan âleme. İlzam / mecbur eder niyaz ile Namaz’a.
Bulutları da yırtmış, bak bu hüda / doğru yolun dağlarına. Göklere ser çekmiş, bak Şeriat / Din Cibali’ne / Dağları’na. Nasıl süslemiş zeminimizin yüz ve gözünü.
İşte çıkmalıyız buradan, himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim / lâtif esen rüzgâr orada, güzellik nuru orada. İşte buradadır Uhud gibi olan tevhid dağı, o aziz dağ.
İşte şuradadır İslâmiyet, o selâmet dağı. İşte Kamer dağı olan aydınlatıcı Kur’an. Temiz ve berrak Nil akıyor o muhteşem / görkemli menba / kaynaktan. İç, o lezzetli suyu.
Ey birader! Şimdi hayali başından çıkar, aklını başına devşir. Evvelki iki yol ki, mağdub / gazaba uğrayanlar ve dallin / dalâlete düşenlerin yoludur. Hatar ve tehlikeleri ise pek çoktur. Kıştır daim güz ve yazı. Ancak yüzde biri kurtulur. Eflatun, Sokrat gibi,
Üçüncü yol kolaydır. Hem doğruya yakındır. Zayıf, kavi müsavi / eşit. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Ya Şehid olmak veya Gazi. Evet, fennî deha: evvelki iki yoldur, ona meslek ve mezhep.
Fakat Kur’an’ın hidayet yolu: Üçüncü yoldur. Onun müstakim / doğru yolu; îsal eder / ulaştırır o seni, hakikî ve gerçek yola.
İşte netice-i kelâm, vesselâm.