Mazisi 4-5 bin yıllık bir milletiz. Yüzlerce devlet ve farklı coğrafyalarda medeniyet kurmuşuz. Yalnızca Cumhurbaşkanlığı Forsu‘nda bile 16 büyük imparatorluk var ve 17’ncisi Türkiye Cumhuriyeti.
Bu 40-50 asırlık tarih şeridinde son 1 asır hariç hep kağanlık, hanlık, sultanlık ve padişahlıkla yönetilmişiz. 13.yy ortalarındaki Ahiler ve 20.yy başındaki kısa süreli Azerbaycan Cumhuriyet denemelerini saymazsak “Türk’ün Demokrasiyle İmtihanı“nın başlangıcı 1923‘tür.
Cumhuriyetin ikinci yılında kurulan siyasî partinin (TCF) üçüncü yılda çıkan bir isyanla (Şeyh Said) kapatılmasını anlayabiliriz. Zira Saltanat kaldırılalı 2-3 yıl olmuş, Halifeliğin kaldırılışının yılı bile dolmamış. Yani 40 ya da 50 asırlık millet ömrünün 39 veyahut 49 asrını tek adam liderliğinde geçiren bir toplumun Cumhuriyeti hemencecik benimsemesi sosyolojiye aykırı olurdu.
Hatta bu olaydan 5 yıl sonra yeni bir partiyle (SCF) denenen demokratikleşme adımı bu defa aynı yıl çıkan başka bir isyanla (Menemen) kesilecektir. Ki sonrasındaki 15 yıllık tek parti dönemine bakıldığında 20 küsur yıllık bir tek seslilikten başka bir şey görülmez. Meselâ yapılanlar, edilenler: Yollar, fabrikalar, okullar, fırsat eşitliği, kadın hakları, eğitim ve kültür hamleleri, sağlık ve imar hizmetleri, yenilikler, planlamalar vs. Yeni baştan yasalar, yeni ölçüler, eski köye yeni âdetler.
Cumhuriyetten yana olmamız milletin genetik yapısına bile sirayet eden Monarşi mantığının Çok Partili Hayat teşebbüslerine tepkisel olarak yansıdığını görmemize engel değil. Problem Terakkiperver veya Serbest Cumhuriyet Partilerinin kurucularında değil yaşam biçimi alışkanlıklarında. Ki itirazlarına katılmasak da halkın bir bölümünün insiyakî davranışlarının siyasî ve dinî tercihlerini de etkilediğini bilme durumundayız.
94 yıl sonra bile futbol liglerinde en çok gol atan oyuncuya “Gol Kralı“, güzellik yarışmalarında birinci olana “Kraliçe“, A Millî Bayan Voleybol Takımı’na “Filenin Sultanları“, Anadolu halk oyunlarını oynayanlara “Dansın Sultanları” hatta sünnet çocuklarına “şehzade” ve “prens” kıyafetleri giydirilmesi, kız çocuklarına “prenses” hitapları hâlâ mirasen içimizde nelerin dolaştığını gösteren örneklerdir. Dahası vapurda martılara kırıp kırıp attığımız “Simit“in bile “Sarayı” var değil ki “Adalet“in olmasın.
Hangi hanım eşinin “Sultanım” hitabından rahatsız olur? Hangi vatandaş “Kral adamsın” sözüne “Hayır, Krallık 1 Kasım 1922’de kaldırıldı” diye cevap verir? Bırakın “Sultanlar Ligi” tabirini, “Potanın Perileri” gibi fizik ötesi unsurlarla anılmaktan şikâyetçi olan oldu mu?
Öyleyse; yıllar sonra geldiğimiz noktadaki kazanımları küçümsemeden, toplumsal bilinçaltının tercihlerine kızmadan, eskiyle yeniyi dövüştürmeden, hem Osmanlı’ya hem Cumhuriyet’e sahip çıkarak ama tabii ki yaşayanı artık yaşamayandan daha fazla önemseyerek ortak bir tarih bilinciyle hareket etmemiz şart. Yoksa boncuklar dağılır, tesbih işlevsiz kalır.
Bundan da öte iyilik de, kötülük de bulaşıcıdır. Dünyanın devlet yönetimleri biçimi ve demokrasi alanında geldiği nokta “Dönülmez Akşamın Ufku” değildir. Hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik, sosyal devlet olma ilkesi, temel hak ve hürriyetler gibi yüzyıllık kavramlar bile bin yıllık kavramlarla trampa edilme yoluna gidilebilir; Trumpları boş bırakırsak.
Türk’ün ve Dünya insanlığının imtihanı devam ediyor. Demokrasi sınavı kâğıdı önümüzde. Çalışmak isteyenler “iyiliği emretmek – kötülüğü yasaklamak” konularına baksın.
“Sen insansın, sen insan. Sen insansın; seksen milyon / yedibuçuk milyar can.”