Türkiye’nin Değeri

97

Türkiye’de yaşanan terör olayları bana, senelerce evvel, rahmetli hocam Yusuf Kurtiş’le yaptığım bir konuşmayı hatırlattı:

Kendisi aslen Arnavut olup, Ohri medresesinden mezundu. Çok yönlü biriydi. Hafız, İcazet sahibi, Dersiam, Fakih ve İmamdı. Başta Türkçe olmak üzere Arapça, Farsça, İngilizce, Arnavutça, Sırpça ve İtalyanca bilirdi. Klasik tabirle yed-i tula sahibi bir Osmanlı alimi, tam bir Osmanlı yani İstanbul Efendisi idi. Osmanlı olmakla her zaman öğünür, Osmanlılıktan sitayişle bahsederdi.

Bir konuşmamızda Ohri’yi neden terk edip, Türkiye’ye geldiğini sormuştum. Keşke sormaz olaydım. Hemen yüzündeki ifade hüzünlü bir hal aldı. Gözleri nemlendi. Çok derinlere daldı. Hazin ve titrek bir sesle konuşmaya başladı:

“Derdimi deştin oğlum, dedi. İnsan hiç, kolay kolay vatanından geçer mi? Her şeyini arkada bırakır mı? Hiç dönmemek üzere, ata yurdundan ayrılır mı?” diye soruma soruyla verdiği cevapları, bir bir sıralarken merakım da ziyadeleşmişti. Çıt çıkmıyordu aramızda.  Dokunsam ağlayacaktı. Halbuki, onu ne kadar da metin bilirdim. Gözlerini sabit bir noktaya dikti. Sanki bir yerden okurcasına:

“Oğlum dedi, Arnavutlar, İslam olmadan önce çeşitli vesilelerle Osmanlılarla işbirliği yapmışlardır. Mesela Osmanlı-Venedik mücadelesinde, Arnavut Beyleri Osmanlıların yanında yer aldı. Bu arada, Türk birlikleri bölgeye akın üstüne akın yapıyordu. Bunun sonucu Yıldırım Bayezid zamanında, Osmanlı yönetimine girmiş olduk.

“Bunu Arnavutluk’a Türk halkının yerleştirilmesi takip etti. Arnavut prensleri, zamanla İslam dinini benimsediler. On dördüncü yüzyılın sonlarında Arnavutların çoğu artık Müslüman idi.”     Hocam, biraz durdu. Derin bir nefes aldı. Nispeten sakinleşmişti. Uzak maziden güne doğru, pupa yelken yol almakta, geçmişin kısa bir panoramasını görürcesine ve yaşamışçasına çizmekteydi:

“Derken, Osmanlı Devleti 1417’de Arnavut sancağını kurmasıyla, Arnavutluk, Osmanlı fethinden sonra; beş asır, Avrupa’da İslam’ın yayılmasında, bir merkez rolü oynayacaktı. Nitekim birçok Müslüman Arnavut, Osmanlı Ordusu’nda hizmet görmüş, Osmanlı yönetiminde önemli görevler üstlenmiştir. Böylece aradan yıllar değil, asırlar geçti ve giderek 1912’lere gelindi.”

Hocam yorulmuştu. Yine soluklanmak ihtiyacını hissetti ve sonra:

“Oğlum dedi, gelindi gelinmesine ama, Batılı devletlerin yıllar öncesinden başlattıkları, dışardan üflemeleriyle Arnavutlar, içerde oynamaya  başladılar. Himaye ve koruması altında bulundukları Osmanlı Devleti’ne karşı maalesef- ayaklandılar. Avrupa’nın oyunları sonucu, diğer Balkan ülkeleriyle birlikte 1912’de Osmanlı Devleti’nden ayrıldılar.”

Başını kaldıran hocamın kaşları çatılmıştı:

“Ayrıldı da ne oldu? Balkan Ülkeleri Birliği’nin saldırılarına uğradı! Hıristiyan Balkan Orduları, Arnavut Müslümanlarını Hıristiyan olmakla, ölüm arasında bir tercih yapmaya zorladı. On binlercesini Hıristiyan olmadıklarından dolayı öldürdüler.

“Londra Konferans’ında Osmanlı Devleti’nin Arnavutluk üzerindeki egemenlik hakları kaldırıldı! Batı güdümünde olmanın ilk mükafatı olarak Batı, Arnavutlara verilecek yerleri küçülttükçe küçülttü (1913). Ülkede anlaşmazlık ve çarpışmalar başladı. Bu kaos hali, Birinci Dünya Savaşı boyunca sürüp gitti. Ancak, Paris Barış Konferansı’yladır ki, daha önce kabul edilen Arnavutluk sınırları tanınmış oldu (1921).

“Yine de Arnavutluk, 1925’in başlarında Cumhuriyetin ilan edilmesine kadar tam bir karışıklık devri yaşadı. 1928’de toplanan kurultay ise, anayasayı değiştirerek krallığı kabul etti.”

313

Mazide yaptığı yolculuktan, bir an için sıyrılan hocam, gözlerini gözlerime dikti ve elini elimin üstüne koyarak, pür-dikkat olmamı sağladıktan sonra:

“Velhasıl, Osmanlı’ya kalkan el onmadı. (Ellerimi sıkarak:) Evet oğlum dedi, Osmanlı’nın hukuken devamı olan bu devlete kalkan el de, onmaz. Er-geç bir belaya giriftar olur. İşte biz Arnavutlar, baş kaldırmakla, neler umduk, sonuçta ihanette birlik olduklarımızın ihanetine uğradık:

                          İlahi bakımdan edilmedik ihmal

                          Olunduk hikmet icabı ancak imhal.

                          Herkese ibret dersi olmalı bu hal.

                          Heyhat artık eski durum bil ki muhal!”

Derken, Hocam son derece duygulanmış ve şairlik vasfı harekete geçerek, konuşmasını şiirimsi ifadelere büründürmüştü. Fakat bu sözleri, bana, Milli ve İslam Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şu mısralarını çağrıştırmıştı:

                         “İşte, ey unsur-i isyan, bu eliim izmihlal,

                          Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!

                          Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?

                          Hani, milliyetin İslam idi…Kavmiyyet ne!

                          Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

                         ‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı Şeriat’te yeri?

                          Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.

                          Arabın Türke; Lazın Çerkese, yahut Kürde;

                          Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!

                          Müslümanlık’ta ‘anasır’ mı olurmuş? Ne gezer!

                          Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.

                          En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın;

                          Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın!

                          Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel,

                          Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

                          …………………………………………….

                         ‘Medeniyyet’ size çoktan beridir diş biliyor,

                          Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor,

                          Arnavutlar size ibret olacakken, hala,

                          Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid da’va?

                          Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…

                          Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

                          Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…

                          Başka bir şey diyemem…İşte perişan yurdum!…”

                                     6 Mart 1913      

 “Sanki Osmanlı’nın bedduasına uğramıştık. Felaketler birbirini kovalıyordu. Nitekim 1939’da Faşist İtalyan orduları Arnavutluk’a girdi. Ve bu işgal 29 Kasım 1944’e kadar devam etti.

“1943’te Arnavutluk, bu sefer de Almanların eline geçti. Çünkü Arnavutluk, Osmanlı’ya baş kaldırdığı o uğursuz günden beri sahipsiz ve hamisiz kalmıştı. Aklımız başımıza gelmişti ama ‘Ba’de harabü’l-Basra’. Sonunda olan olmuş, işgalin sona ermesinden (29 Kasım 1944) hemen sonra Enver Hoca liderliğinde komünist  ‘Halk Cumhuriyeti’  kurulmuştu!

314

“Komünist diktatörlüğün kurulduğu ilk yıllarda binlerce insan İtalya’yla iş birliği yaptıkları gerekçesiyle idam edildi! Altmışlı yılların sonuna kadar iki bin küsur cami ve kilisenin kapısına kilit vuruldu! Müftülük ilga edildi! Dini görevlerin yerine getirilmesi yasaklandı! Lider ve önder konumundaki  – onların tabiriyle-  bütün ‘Tutucular’ ortadan kaldırıldı!”

Gözyaşlarının; yanaklarına doğru süzülmesine artık mani olamıyordu. Bir süre sessizce ağladı. Odayı derin bir sessizlik kapladı. Sonra duruldu:

“Sen bana bakma oğlum, dedi. Kolay değil, Osmanlı’nın beş yüz sene emek verdiği değerler; bir bir yok olurken, bizlere de vatanı terk etmekten başka çare kalmamıştı. Değil malımız mülkümüz; artık dinimiz, imanımız ve hayatımız da tehlikedeydi! Varımızı yoğumuzu, yok pahasına satıp savdık. Ne yapıp edip, bir yolunu bulduk. Ana -Vatan ve Darü’l-İslam / İslam diyarı bildiğimiz, üstelik iman vesilemiz olan Osmanlı-Türklerinin ülkesine canımızı zor attık.      “İşte evladım, senin sorduğun sorunun cevabı, bu anlattıklarımın altında yatıyor. Bilmem ki, cevap verebildim mi?”

Yaşaran gözlerim, mahzunlaşan ses tonumla:

“Ne demek hocam, hem de çok ibret-amiz bir cevap verdiniz. Sağ olun. Fakat çok yoruldunuz biraz dinlenseniz.” dedim.

O gün, ilk defa, hüzünlü fakat Türkiye’min değerini, daha iyi anlamış olarak yanından ayrıldım.

X

 Gelelim günümüze:

“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allah’ım…” (A’raf: 155) diyerek Yüce Rabbimizin engin merhamet ve korumasına sığınıyor; son pişmanlığın fayda vermeyeceğini hatırlatarak; içimizdeki beyinsizlerin akıllarını başlarına almalarını ve bindikleri dalı kesmemelerini diliyorum.

Önceki İçerikSemih Göksel’in Ardından
Sonraki İçerikAyrılıkçılığın Sosyolojik Temeli Yok
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.