“Türkiye’nin Bilim Politikaları”

98

Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden bir kısım öğretim üyelerince oluşturulan DOĞUVİZYON grubu tarafından Van’a davet edilen Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’na, 26 Haziran 1999 tarihinde, “Türkiye’nin Bilim Politikaları” konusunda bir sohbet yaptırılmıştı.

“Bir dokun bin ah dinle kâse-i fağfurdan.” Misâli, gerçekleri kendine has bir üslûpla, biraz da mizahî tarzda dile getiren hocamızın, sohbet gereği ve konuların birbirini çağrıştırmasından ötürü, çok şeylerden bahsetmek zorunda kaldığı sözlerini, asıl ve özüne dokunmadan, ayrıca kendi katkılarımı da ilâve ederek  -anladığım kadarıyla-  not etmiştim.

İlk nazarda konu dağınık gibi ele alınıyorsa da, hakîkatte anlatılanlar hep aynı noktaya odaklanmakta, bir merkezde toplanmakta, aynı ana mes’eleye yâni TÜRKİYE’DE  TÜRKÇE’NİN MUTLAK  EĞİTİM  DİLİ  OLDUĞU  GERÇEĞİ’ne gölge düşürülmemesi esasına dayanmaktadır.

Yabancı dil öğretimine evet ama, bunun Türkçe eğitim dilinin yerine geçirilmek istenmesine zemin hazırlayacak bir düzeyde ele alınması olgusuna hayır demek noktasında düğümlenmektedir.

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu,  “Türkiye’nin Bilim Politikaları”  hakkındaki sohbetine özel üniversitelerden söz ederek başlamıştı:

Başta İstanbul olmak üzere, yurdun her tarafında ve Kıbrıs’ta yerden biter gibi özel üniversitelerden geçilmiyor! İstisnalar dışında kemiyet var keyfiyet yok! Gösterişli bir tabela arkasına sığınarak, küçük bir binada veya birkaç  dairelik bir yerde kurulan üniversiteler acınacak durumda.

Eğitimin ilk kademesi, “Hazırlık Sınıfları”nda yüklü paralar karşılığında başlıyor. Hemen belirteyim ki, ben İngilizce veya herhangi bir yabancı dil öğretilmesine ve öğrenilmesine değil; fakat eğitimin Türkçe yapılmamasına karşıyım. Çünkü bilerek bilmeyerek Türkiye’nin ve Türkçe’nin geleceği ipotek altına alınmak isteniyor.

Ne hazindir ki, kütüphaneye önem verilmiyor! Fen fakültelerine ihtiyaç hissedilmiyor!

Bir ara hocamız, biraz da şakayla karışık olarak:  “Kıbrıs verilmeden gidip göreyim, dedim ve Kıbrıs’a gittim.” Demişti. Bir de ne göreyim; Kıbrıs yemyeşildi, şimdi çöle dönmüş! 1974 harekâtında  -ne hikmetse-  “Lefkoşa’nın yarısında durun!”  denmiş ve durmuşlar! Su kaynakları ise dağların arkasında  yâni Rum kesiminde bırakılmış! Dolayısıyla susuzluktan Kıbrıs çoraklaşmış!

Kıbrıs’ta kumarhaneler dikkatimi çekti. Bir ara gazeteler, talebelerin buralarda cirit atmasından  -haklı olarak-  yakınmışlardı.

Özel bir üniversiteyi gezdim. Şatafat ve mefruşata diyecek yok! Ama ya ilim?! Sahibi ilkokul mezunu. Yine hocamız iğneli bir şekilde sürdürmüştü konuşmasını: Çünkü demişti, ne kadar resmî okullardan geçilmezse, o kadar iyi yetişilmiş olur!

Meğer bu üniversite adını ABD’deki bir üniversiteden almış. İyi ama ben senelerce ABD’de bulundum. Bu isimde bir üniversite ne gördüm ne de duydum. Aşağılık kompleksi bizleri, hayalî bile olsa yabancı isimler almaya zorluyor. Böyle bir görüntü, güya hem rağbeti arttırıyor hem de ciddî bir üniversite (!) intibaını veriyor!

Kıbrıs’ta Doğu Akdeniz Üniversitesi, gerçekten ciddî bir üniversite. Burası bir bakıma çok iyi. Ortada gösterişli bir Sabancı kütüphanesi var. Fakat ne yazık ki, içinde kitap yok! Hâlâ mı zevahiri / dış görünüşü kurtarma zihniyeti.Üzülmemek elde değil.

95

Tuhaftır bizde önce dinlenme tesisleri ve lojmanlar yapılır; ama bir türlü asıl tesislere sıra gelmez! Oysa biz İlk, Orta ve Lise’yi Ankara Yenişehir Lisesi’nde dosdoğru ve ciddî bir şekilde okuduk. Ne olduysa bizden sonra oldu. 10 – 15 kadar İngilizce öğretmeni geldi. İngilizce adı altında misyonerlik faaliyetinde bulunuyorlardı. Bir ara onları kovalamak zorunda kaldım. Son sınıftaydım, neredeyse okuldan atılacaktım. Her neyse. Sadede gelelim.

Okulumuz kolej oldu. Artık fen dersleri İngilizce okunacaktı! Zira İngilizce okutulunca daha iyi öğrenilmiş olacaktı! Böylece hazırlık sınıfları ortaya çıktı. Giderek Devlet birçok Anadolu Lisesi kurdu. Anadolu, Anatolya’dan geliyor. Yâni Roma İmparatorluğu’nun Anatolya’sı. Evet bunlara  “TÜRK  LİSESİ”  adı konulmaması için bu adı koyuyorlardı.

Aradan kırk yıl geçti. Yine hazırlık sınıfları var. Fakat ortada fen falan yok! Velhasıl takke düştü kel göründü. İngilizce öğretmekten maksadın; daha iyi fen bilgisi vermek olmadığı; Türk çocuklarını dolaylı yoldan İngilizleştirmek olduğu anlaşıldı.

Hocamızın, Nasrettin Hocavâri ifadesiyle, İngilizce öğretimden asıl amaç; “İngiliz’den dede seçmek!” imkânına Türk çocuklarını kavuşturmak! Türk nesillerini nesebi gayri sahih / soyu meçhul bir hâle koyarak köksüz ve rûhsuz, vahîm bir duruma sokmaktır. Türk Devleti de, bilerek bilmeyerek bu çok yönlü oyuna âlet oluyor!

Yine özel üniversitelere dönecek olursak; İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü var. Fakat enteresandır –  ne acıdır ki, bâzılarında  TÜRK  DİLİ  ve  EDEBİYATI  bölümü yok!

İnsan  -dünyada-  sağlık, refah ve huzur bekler; bunların sağlanması için de pek tabiî olarak eğitim ister. Fakat bir de bakıyorsunuz, sırf ilim yuvası olması gereken üniversitelerde, birinci gündem maddesi gülünç şeyler: Sakal, bıyık, başörtüsü vs. Eksik olan ne? Beyin ve ciğer! Ne beyin kaldı, ne ciğer! Biraz aklı ve beyni olan ise ABD’ne  göçtü. Halbuki ABD’de en önemli mes’ele eğitim.

X

“YÖK”  ilginç bir sözlük! Nasıl yok edilir? Çok basit! İki noktasını alırsın  “YOK”  olur! Millet çocuğunu yurt dışına gönderemezse de ne gam? YÖK gönderiyor ya! Ama  -nedense-  sadece İngiltere ve ABD’ne yolluyor! Oysa öyle ülkeler var ki, bâzı dallarda ihtisaslaşmışlar. Çocuklarımızın oralara da gönderilmesi gerekirken, bu saplantı niye? Diye sormadan edemiyor insan.

İstanbul Teknik Üniversitesi, uluslararası ilim adamı yetiştirdiği hâlde, ilim dilini İngilizce yaptılar. Halbuki Türkçe düşünen birinin, İngilizce konuşmaya ve yazmaya zorlanması demek; treni ray dışında yürütmeye kalkışmak gibi abesle iştigaldir. Kabul edilmeyecek duaya âmin demek gibi bir şey.

Bu şekilde, sinsi bir el, sanki Türk gencinin Türkçe düşünerek  -ki başka türlüsü mümkün ve netice verici değil-  terakkî / yükseliş dünyasında emin adımlarla ilerlemesini ve yükselmesini önlemek istiyor.

İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruhiyat Bölümü’nde mühim bir adam! Halka bir şeyler anlatmak istiyor. Fakat ikide bir İngilizce lâflar ediyor. Anlaşılması güç. Sonra anladım. Cehaletini örtmek için İngilizce kelimelere sığınıyor. Aslında ne Türkçesi ne de İngilizcesi anlaşılıyor bu Doçent’in.

Ve Cerrahpaşa’da ruhiyat tedrisatı İngilizce. Allah’dan bizde ilk fırsatta soluğu Ruhiyatçı’da alacak hastalar yok! Oysa Avrupa’da, en ufak şeyde Ruhiyatçılara koşuluyor! Her türlü derdini onlara döküyorlar. Ruhiyatçı ise  -emin olun-  sadece dinliyor ve belli süreler için oldukça dolgun para alıyor. Saat dolunca da, hemen dinlemeyi kesiyor ve ancak yeni bir seans yâni ücret karşılığında dinleyebileceğini söylüyor.

96

Velhasıl Avrupalı dertli, fakat derdine mânen derman bulamıyor. Varlık içinde sıkıntılı bir ruh hâli sergiliyor. Çünkü Batı’da kimse kimseyle dertleşmiyor! Aksine dinleme için para isteniyor, yoksa dinlenmiyor!

İşte bu yüzden, insandan hem-dert bulamadığından bir hayvan ediniyor. Zira derdini dökmeye ihtiyacı var. İnsanlar birbirlerine karşı bu bakımdan sırt çevirmiş olduklarından, tesellîyi hayvan sevmekte ve onlarla güya konuşmakta buluyorlar.

Batı’da niye çok köpek var? Hep bu yüzden. Zira hislerini onunla gideriyor. Kadıköy’de bile  “Köpekli Mahalle”  var. Nasıl bir çağdaşlıksa! Üstelik bu tiplerin hâli vakti de yerinde. Bu hâl; durumlarının düzgünlüğünden mi? Yoksa, çağdaşlığın bir gereğinden mi kaynaklanıyor? Doğrusu anlayamadım. Her neyse. Aslında Ruhiyatçılar, İslâm âlimlerinden esinlenmişler. Bu da işin başka bir yönü.

X

İstanbul’un Bağdat caddesinde, dükkân isimleri İngilizce! Nerede görülmüş ki, bir devlet, kendi dilinde iş yapanları cezalandırsın da, yabancı dilde ders yapanları ödüllendirsin!

Beş makalesinden bâzılarını Türkçe olarak neşretti diye horlanan, geriletilen ve işleri sürüncemede bırakılan ilim adamlarını tanırım. Hoş, bu yüzden Türkçe yayın yapan ilmî dergi de,  -makalelerin ille de İngilizce neşri gerektiğinden-  bulunmaz oldu ya!

Yüz sene içinde Fransızlar, Cezayir ve Tunus’ta Arapça’yı yok etmişler. Resmî dili de Fransızca’ya çevirmişler. İş o raddeye varmış ki, çöpçü olmak için bile Fransızca bilmek gerekiyor! Kaldı ki Fransızlar temizlikten ne anlar? O da ayrı bir konu.

Bunun için Cezayir gibi ülkelerde, herkes çocuğunu koleje göndermek zorunda kalıyor. Nitekim Mısır, Pakistan ve Hindistan’da herkesin ana dili gibi İngilizce’yi çok iyi bilmeleri, işte bundan dolayı.

İşte bütün bunlar; Avrupa’nın değil ülkeleri, insanların beyinlerini bile nasıl sömürgeleştirdikleri ve kendilerine dolaylı yoldan nasıl bağladıklarının ibret verici kanıtlarıdır.

Eskiden gazete isimleri ruhumuzu okşayan, bizden olan kelimelerden seçilirdi: Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet gibi. Gerçi şimdi de bu isimler var fakat giderek unutulmaya mahkûm edilecek. Çünkü menfî arayışlar içindeyiz. Şimdilerde bu isimler, yerlerini  “STAR”,  “RADİKAL”  vb. yabancı isimlere bırakmaya başladı.

1970’lerde takiyyeli bir basın vardı. Şimdi artık perdelenmeye lüzum görmeden yapıyorlar bu işleri.

İş ilânları  -yazık ki-  İngilizce! Amerika’da ezkaza Türkçe ilân çıksa, halk hemen protesto eder. Kaldı ki Türkiye’de yabancılar, yabancı dilde ilân yayınlatsalar; bu bile büyük bir edebsizliktir. Ama Türkiye’de bakıyorsunuz, Türk şirketi, İngilizce ilân verebiliyor!

Emin olun bütün bunlar kasıtlı başlamış olup,  “İngilizce bilmeyen insan değildir!”  demenin dolaylı yoldan ifadesinden başka nedir?

Dış ülkelerde normal hükümetler 30-40 sene peşpeşe iktidarda kalabiliyorlar. Bizde ise 3-4 ayda bir değişiyor! Üstelik bakan sayıları öyle arttı ki, resimleri gazete sayfalarına sığmaz oldu. Türkiye sanki gelmiş geçmiş binlerce bakandan ibaret bir ülke! Şüphesiz içlerinde iyiler de mevcut.

Fakat Türkiye’de bakan olmanın millî olmayan vasıfları taşıma şartı var sanki. Bakan olacak kişide millî, dinî vasıf olmayacak! Bakan olması için Almanca ve bilhassa İngilizce bilmesi âdeta şart!

Oysa İngilizce dedikleri, beş dilin kırması bir dil. Kaidesi yok hükmünde. Kuralsızlık, kurallardan daha baskın bu dilde. Her dilden alıntı yapılmış; terkip değil, karışım hâlinde bir dil!

97

Harlem’de Zenci mahallesinde insanların kelime haznesi 250 kadar. Bari onları bakan yapalım! Nasılsa biz bakan yapmak istediklerimizde Matematik, İşletme bilgisi vb. ilimleri aramıyoruz! Anladım ki Devlet, işi gücü bırakmış, herkese  -Tarzanca-  İngilizce öğretmek istiyor!

Matematik’te, mantıksız görülen şeylerin bile mantığı vardır. Bilim ve Teknoloji öğretmek, diğer dil bilenleri de yetiştirmek gerekirken ille de İngilizce öğretilmek istenmesi çok düşündürücü.

Halbuki İngilizce, Dünya dili falan değil. Buna rağmen Devletin 40-50 senedir  -dozajını yavaş yavaş arttırarak-  gerçekleştirmek istediği tek şey; herkesin, hiç olmazsa 250 kelimelik bir İngilizce öğrenmiş olması! Halbuki bu kadarcık dille, hiçbir şey olmaz!

Devletin çeşitli siyasetleri, dış politika falan, hepsi birbirine bağlı. Türkiye’nin 50 senedir dış siyaseti var mıdır? Varsa nedir? Anladık ki dış siyaseti, 50 yıldır Avrupa ve Amerika’ya endekslidir. Dolayısıyla eğitim siyasetinin de, o devletlerin istekleri doğrultusunda olması kaçınılmaz değil midir?

Sonuç olarak, Türkiye’de eğitim 1954’e kadar çok sağlamken; o tarihten itibaren kasıtlı olarak sıfır altı 500’e kadar indirilmiştir. Eğitimin amacı  -maalesef-  yabancı dilde eğitim yaparak düşünmeyi engellemek! İnsanımızı düşünemez hâle getirmek. İnsanımızı boş kafalı yaparak birbirine düşürmek olmuş. Ne yazık ki, bunda kısmen de olsa plânlarını başarıyla uygulayabilmişlerdir!

Efendiler, teşhis tamam, ama daha fazla gecikirsek hasta ölebilir! Milleti, lütfen boş şeylerle meşgul etmeyelim. “TÜRKÇE  EĞİTİM”in  -Devletin geleceği için-  zarurî, hayatî ve elzem olduğuna önce inanalım, sonra gereğini yapalım ve asla bu hususta gevşeklik göstermeyelim. Çünkü bir milletin varlığı ve devamı, ancak lisanın istiklâliyetine ve sıhhatli olarak mevcudiyetine bağlıdır.

Nitekim Hz. Peygamber, “Arap kimdir?” sorusuna: “Arapça konuşandır.” Diyerek; kişinin milliyetini, konuştuğu lisan tâyin eder demek istemiştir. Türkçe, bu milletin varlık sebebidir. Onu zaafa uğratmak, milletin temeline dinamit koymaktan farksızdır.

 

98 – 103

Önceki İçerikBu Şirkin Dikalası Değil mi?
Sonraki İçerikAynayı Silmekle Yüzdeki Kara Çıkmaz
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.