Gerçekleşmesini asla temenni etmediğimiz, Türkiye – Suriye savaşının asıl galipleri, başta İsrail olmak üzere ABD ve Avrupa devletleri olur ancak. Ve bu kaostan istifadeye kalkışarak hayali “Kürt Devleti”ni hayata geçirmek isteyen Barzani ve Talabani olacaktır.
Ayrıca içte de, bu bulanık suda balık avlamaya çalışacakların çıkması ve bunu Batı’nın destekleyeceği ve yeni bir Şeyh Sait isyanıyla karşılaşacağımız kuvvetle muhtemel olup, ihtimal dahilindedir.
Dış saldırı olmadıkça Türkiye asla savaşı, bir çıkar yol olarak görmemeli. Çünkü asrımızda -vatan savunması hariç- harbin galibi yoktur. Savaş, istenilmeyen fakat gerektiği zaman da kaçınılmaması gereken çok ciddi, hayati bir konudur.
Bugün terör belasını bitirme noktasına, teröre destek veren komşu devletlerden hiçbiriyle savaşa meydan vermeden nasıl geldiysek; yarınlara da dış destekli, bu iç mes’elemizi er-geç kendi içimizde halletmiş olarak ulaşacağız inşallah.
Türkiye’nin zamana ihtiyacı var. Ekonomik ve teknik eksikliklerini tamamlamağa ihtiyacı var. Hatta -maalesef- zedelenmiş milli birliğine düşen gölgeyi izale etmeye ihtiyacı var. Türkiye bir fetret ve geçiş devri yaşıyor.
Sadece biraz daha zamana ihtiyacı var. Bekleyin -her hususta- “Büyük Türkiye” gerçekleştiği zaman, iç-dış düşmanlarımızın, karşımızda nasıl küçüleceklerini hep birlikte nasılsa göreceğiz.
Bu vakte kadar biraz daha sabır diyoruz. Çünkü “Men sabere zafere.” / “Sabreden kazanır.” Tabii ki, bu sabırdan; bu geçiş döneminde ekonomik rahatlığa ve ekonomik imkanlara kavuşana kadar çalışmaya sabır, çağdaş teknik imkanların hepsine -bizzat yapan olarak- sahip olana kadar, son gücümüzle gayret içinde olmaya sabır manasını kastediyorum.
Zamansız bir savaş Türkiye’ye ancak zaman kaybettirir. Şimdi kazanırız ama yarın için bu kayıptır, zarardır. O halde yarınlardaki devamlı zafer ve kazancımız için geçici başarılardan vazgeçmeliyiz. Ne gam, yakın gelecekte maddi – manevi heybetimiz; savaşa lüzum kalmadan, dünyayı zaten irademize ram edecektir.
Bakın Batı, ABD ve Rusya; aman sakının, savaşa ne lüzum var, diyorlar mı? Bilakis sırtımızı sıvazlıyorlar! Çok sabrettiğimizi, sabrın da bir sonu olduğunu yani artık harekete geçebileceğimizin işaretini veriyorlar!
Kısaca tavşana kaç, tazıya tut telkinatında bulunuyorlar. Yangına körükle gidiyorlar.
Halbuki aynı sözde dostlarımız, başta ABD olmak üzere, Suriye’den farksız bir düşmanca politika izleyen ve her fırsatta aleyhimizde bulunan ve teröristlere kucak açan, Ege’de ve Kıbrıs’ta yapmadığı tahrik kalmayan Yunanistan’la savaşın eşiğine geldiğimizde, güya tarafsızlık yaftası altında, hemen araya girerek Yunanistan’ı himayelerine almakta gecikmiyorlar.
Suriye’ye gelince, bize düşmanca tavır takınan Suriye halkı değil; Suriye devletidir. Biz halka değil, iktidarı halktan zorla gasp etmiş olan devlete karşıyız.
Savaştığımız takdirde, masum ve Türkleri seven halkı da karşımıza alacağız! Kaldı ki, Arap olmaları hasebiyle, ne kadar haklı olsak ve ne kadar bize hak verseler de, diğer kardeş Arap devletlerini de ister istemez aleyhimize çevirmiş olacağız.
Halbuki Suriye’nin bu vahim, yanlış ve yersiz düşmanca tutumlarının ve hatta Hatay’da gözü olmasının arkasında -yazık ki- ABD var!
“1992 yılında hazırladığı son derece önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8 Mart 1992), ABD’nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu…
“Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu: ‘Batı Avrupa’daki, Asya’daki ya da eski Sovyetler Birliği’ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika’nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek.’ “
(Aydoğan Vatandaş, Armageddon, Türkiye – İsrail Gizli Savaşı, İstanbul -1977, s. 27 – 28 )
Diyen işte bu ABD’nin yarın Ortadoğu’da “Ben de varım!” diyecek bir Türkiye’nin önünü kesmesi gerekiyor.
Nitekim, Ankara’da terörle mücadeleden sorumlu üst düzey bir emniyet yetkilisi ve ismini ve görev yaptığı birimin ismini açıklamayan bir başka üst düzey istihbarat yetkilisinin, ayrılıkçı Kürt hareketi üzerine konuşmasında, Türkiye’nin en yakın müttefiki olarak bilinen ülkelerin PKK’ya en büyük desteği verdiğini söylemesi…
Dahası Abdullah Öcalan’ın Suriye üzerinden İsrail’in kontrolüne girmiş olabileceğini (a.g.e. s.30) belirtmesi ve bu hususta Orgeneral Çevik Bir’in: “Suriye İstihbaratı’nın İsrail gizli servisine angaje olduğunu bildiklerini” söylemesi karşısında İsrail tarafının sessiz kalıp cevap vermemesi (a.g.e. s.24) ne kadar düşündürücüdür.
Üstelik Genelkurmay Başkanlığı tarafından farklı tarihlerde hazırlanan raporların, ABD’nin bölgede apaçık bir Kürt devletinin kurulması için yoğun çaba sarfettiğini gözler önüne sermesi ve bu belgelerin aynı zamanda ABD ile Türkiye arasında yaşanan adı konmamış gizli bir savaşın ipuçlarını da vermesi (a.g.e. s.31) çok manidar ve anlamlı değil mi?
“Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan ‘Güneydoğu Anadolu’da Devam Etmekte Olan Bölücü Hareket’in Gelecekteki Muhtemel Seyri ve Türkiye’nin Bütünlüğüne Etkileri’ adlı doküman da İsrail, PKK’yı ulusal çıkarları dolayısıyle destekleyen ülkelerin başında geliyordu.
Dökümanın birçok yerinde ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler üstü kapalı olarak ‘Bazı gelişmiş Batı Ülkeleri’ şeklinde geçiyordu.
“Oysa Türk kamuoyunda bilinen, bundan çok farklıydı. PKK’nın özellikle İran ve Suriye tarafından desteklendiği vurgulanıyor ve Türkiye birçok kez bu ülkelerle çok ciddi sorunlar yaşıyordu.
“Gerçi bu iki ülke her ne kadar PKK’ya açık destek vermese de, PKK’nın bu ülkelerde kamp imkanlarına sahip olduğu biliniyordu. Ama PKK’nın bu ülkeler tarafından yönlendirildiği, kullanıldığı anlamına gelmiyordu.
“1996 Mart’ında P. Kur. Yb. Mehmet İlhan Ünver tarafından hazırlanan, ‘Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri’ adlı dökümanda Türkiye’nin Suriye ile arasında çok sık gündeme getirilen Hatay sorununun aslında kimler tarafından gündeme getirilmek istendiğini çok açık gösteriyordu.
“P. Kur. Yb. İlhan Ünver tarafından hazırlanan bu dökümana göre İsrail, Suriye’nin üçe bölünmesini istiyordu. Fakat İsrail’in bu projesi Türkiye’yi de tehdit ediyordu. Çünkü bu projeye göre Hatay da üçe bölünmüş Suriye’nin Şii – Alevi bölümünde yer alıyordu.
“İşin ilginç tarafı Hatay sorunu hep Batı kamuoyu tarafından ya da CIA kaynaklı bazı kuruluşlar tarafından ısıtılıyordu. En son 1. 6. 1994 tarihinde Washington’da Amerikan Barış Enstitüsü’nde, eski CIA şefleri tarafından yeniden gündeme getiriliyor ve Suriye’nin Hatay yarası kaşınmak isteniyordu. Söz konusu askeri dökümanda aynen şu ifadeler yer alıyordu:
” ‘Sağlık durumu iyi olmayan Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın ölümünden sonra ülkede karışılıklar çıkabilir. Bu durumda ortaya çıkacak istikrarsızlıktan yararlanacak bazı güçler, Suriye’yi bölme planını yürürlüğe koyabilirler. Bu plana göre İsrail’in tasarladığı Suriye şöyledir:
” ‘Suriye etnik ve dini yapısına uygun olarak çeşitli devletlere ayrışacaktır. Kıyıda bir Şii-Alevi devleti, Şam’da buna düşman bir başka Sünni devleti, Havran – Kuzey Ürdün – Golan bölgesinde de bir Dürzi devleti. Bu yapı, barış ve güvenliğimizin garantisi olacaktır ve bu hedef erişebileceğimiz kadar yakındır’.
“Suriye’de meydana gelebilecek bir kargaşa ortamı ve bölünme, Türkiye üzerinde olumsuz etkiler yapabilecektir. Suriye’nin istikrarının korunmasının Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir.
“Görüldüğü gibi Suriye’nin kendi çıkarınaymış gibi mücadele ettiği Hatay mes’elesi aslında İsrail’in çıkarlarına hizmet ediyordu. Su konusunda da aynı şey geçerliydi. İsrail bir taraftan Türkiye’ye yakınlaşırken diğer taraftan Fırat – Dicle sularının paylaşılması konusunda da Suriye’yi destekliyordu.
“P. Kur. Yb. Mehmet İlhan Ünver, İsrail’in ‘su’ politikasıyla ilgili olarak da şunları söylüyordu: Su konusunda İsrail’in üzerinde fazlaca durmamızın nedeni, bu ülkenin, hem Ortadoğu’nun su konusunda sorunlu bölgesindeki en güçlü ve ‘suçlu’ ülke olması, hem de ABD ve Batı Avrupa ülkeleri üzerinde büyük etkiye sahip olmasıdır.
“İsrail’in suyun temininde gösterdiği maharet, su sorununa bulunacak çözüm konusunda da devam etmektedir. Ortadoğu’da özellikle Türkiye’ye yönelik hasmane düşüncelere bazı İsrail’li yetkililerin görüşleri temel teşkil etmektedir.
“O halde Türkiye’nin İsrail’e yakınlaşmasının Türkiye’nin çıkarına olduğu iddia edilen gerekçeler hiç de gerçekçi gözükmüyordu. Diğer taraftan anlaşmanın İsrail’in bölgedeki Kürt hareketlerini, -özellikle PKK’yı- desteklediği Türk tarafınca somut olarak bilinmesine rağmen yapılması olayı daha da anlaşılmaz kılıyordu.” (a.g.e. s.31 – 34)
Gelelim sadede, bu savaş -her şeye rağmen- komşularının varlığından korkan İsrail’e rahat bir nefes aldıracak; kendisine yönelik haklı tehditlerden, hiç olmazsa birinin bertaraf edilmesinden dolayı gizlice sevinecektir.
Evet, haklı olmak başka, metot ve usul yönünden hak yolda olmak daha başka bir şey. Türkiye elbette haklı. Ama hak yolda olmak yani gerekli metodu kullanmak da zorundadır.
Zira savaşa girmek, kendi elimizde, fakat çıkmak düşmanlarımızın elinde olacaktır. Mesela: Irak – İran savaşının senelerce süreceğini kim tahmin edebilirdi. Nitekim bu savaş silah tacirlerinin yüzünü güldürdü.
Başta Fransa olmak üzere birçok devleti ekonomik düzlüğe çıkardı. Irak ve İran savaşın izlerini silebilmişlerse, bunu sahip oldukları petrole borçlular. Oysa petrolü dışardan alan Türkiye; bu imkandan da mahrum.
Şüphesiz, Türkiye; taarruza uğradığı takdirde, var – yok demeden karşılık vermek ve asla savaştan çekinmemek gerekir. Biz bu mahzur ve çekinceyi savaşı başlatmak kendi elimizde olduğu takdirde, hatırlamak lazım geldiğine inanıyoruz.
Türkiye’nin teke tek kaldığı sürece baş edemeyeceği devlet yoktur. Fakat buna fırsat vermezler ve hasmımıza bütün güçleriyle destek olarak, Türkiye’nin kolunu kanadını kırmak isterler.
Türkiye yine yedi düvelle savaşmak zorunda kalır.
Unutmayalım ki, çok yakın bir gelecekte Türk ve İslam Dünyası’nın yıldızı olacak, büyük ve kudretli Türkiye’yi savaşa sokarak, müstakbel hedefine varmasını geciktirmeyelim.
Bütün insanlığın Aziz Türk Milleti’ne ve Yüce Türk Devleti’ne çok ihtiyacı var. Onu bu insani yoldan alıkoyacaklara fırsat vermeyelim.
Not : Bu yazı; senelerce önce, Türkiye’nin -terörist başı Abdullah Öcalan yüzünden-Suriye ile savaşın eşiğine gelindiği bir ortam vesilesiyle kaleme alınmıştır. Türkiye – Suriye münasebetlerinin endişeyle izlendiği şu sıralarda ehemmiyetine binaen yeniden neşrini uygun gördük.