1 Ekim; içinde birçok acıyı ve hüznü barındıran günün rakamlara dayanan ve en kolay, en yalın hâlidir. Oysa kolaylık ve yalınlığın arkasında, 63 yıl öncesinin ve 63 yıllık bir zulmün büyük, dayanılmaz ve onulmaz yaraları hatta ağır işkenceler, eziyetler ve akıl almaz bir soykırımın hikâyesi ve bu hikâyenin yarım asrı geçen târihi yatmaktadır.
63 yıl önce bu gün 1 Ekim 1949 tarihinde işgal edilen ata yurdumuz Doğu Türkistan için bu tarih ve sonrası acı, gözyaşı ve yok olan hayatlar dışında hiçbir şeyi kayıt etmemiştir. Tarih Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu olarak hatırladığı bu günde, ne hazindir ki bir milletin yok oluşunu unutmaya başlamıştır. 35.000.000’luk Müslüman ve Türk olan Doğu Türkistan halkı 1 Ekim 1949 yılında Mao ve arkadaşları tarafından kurulan Komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nin insafına ve vicdanına terk edilmiştir. Öyle ki Mao döneminde ve sonrasındaki zamanlarda Doğu Türkistan halkı hiçbir zaman rahat yüzü görmemiş ve yaşlı tarihin unutmaya çalıştığı, köhne dünya ve insanlığının gözlerini yumduğu bir acılar coğrafyası hâline gelmiştir.
Komünist Çin Hükümeti, Doğu Türkistan’da 1949 yılından bu yana sistematik bir biçimde uygulamakta olduğu soykırım ve asimilasyon politikasını, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan korkunç terör saldırılarını bahane ederek meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Doğu Türkistanlı Türklerin en tabîi hakkı olan sosyo-ekonomik istek ve talepleri sanki terörün bir parçasıymış gibi gösterilmekte, 16-45 yaş arası gençler de potansiyel suçlu muamelesine tâbi tutulmaktadır. Hiç bir savunma hakkı verilmeyen bu gençler yargısız infazla cezaevlerine gönderilmekte ve birçoğunun akıbetinden bir daha haber dahi alınamamaktadır.
1949 yılında Komünist Çin tarafından işgal edilen Doğu Türkistan ve yine Çin Anayasası’nda belirtilen özerklik haklarından da hiçbir şekilde istifade ettirilmemektedir. Doğu Türkistan topraklarındaki yeraltı ve yer üstü zenginlikleri Komünist Çin Hükümeti tarafından pervasızca sömürülmekte, esas sahipleri olan Doğu Türkistan Türkleri ise bu zenginliklerden hiçbir şekilde istifade ettirilmediği gibi petrol bölgelerinde işe alınmamaktadır.
Yine Komünist Çin Anayasasında yer alan; ‘Özerkliğe sahip bölgelerde eğitim ve öğretim ana dillerinde yapılır.’ maddesine aykırı olarak, Doğu Türkistan’daki üniversitelerde Uygurca eğitim tamamen ortadan kaldırılmış, üniversitelerde görev yapan Uygur öğretim görevlileri de re’sen emekli edilerek yerlerine Çinliler yerleştirilmektedir. Bu uygulamanın, ilk ve orta öğretim kademelerine indirilmesi çalışmaları başlatılmıştır. Böylece Uygur dili yok edilerek o toprakların sahipleri olan bir milletin yok edilmesi amaçlanmaktadır.
Komünist Çin Hükümeti ‘mecburî doğum kontrolü’ adı altında Doğu Türkistan’daki kadınların en temel hakkı olan annelik ve doğurma hakkını elinden aldığı gibi sağlıksız ortamlarda uyguladığı mecburî kürtaj sonucu anne ve bebeklerini de katletmektedir. Bu da etnik soykırımın bir başka boyutudur. Bütün bunların yanında Komünist Çin hükümeti bağımsızlıklarını elde eden Türk Cumhuriyetlerine sığınan Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin iadesini talep ederek uydurma mahkemeler sonucu idam etmekte veya ağırlaştırılmış hapis cezalarına çarptırmaktadır.
Kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin ön plana çıktığı günümüzde, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan Türklerinin yok edilmek istenmesine duyarsız kalmak insanlığa ve vicdana aykırıdır.
Buradan başta Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na ve İslam Konferansı Teşkilatı’na üye ülkelere demokrasi ve insan hakları savunucusu sivil toplum örgütlerini insanlık suçu isleyen Komünist Çin hükümetini dur demeye çağırıyoruz.
SEYİT TÜMTÜRK: Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneği Genel Başkanı
ÇEPNİLER
Çepniler, sayıları 24 olarak belirlenen Oğuz Boyları’ndan biri ve en kalabalık olanıdır. Üç-Okların Gök Han koluna bağlıdırlar. Bilindiği gibi Oğuzlar; Türkiye ve Azerbaycan Türklerinin, Türkmenistan, Irak ve Suriye Türkmenleri ile Gagavuzlar’ın atalarıdır. Cümleden anlaşıldığı üzere Çepniler Orta Asya kökenlidir. Çepni isminin yer aldığı ilk yazılı metin, ilk Türk bilgim olan Kaşgarlı Mahmud’un 1070 yılında kaleme aldığı Divanü Lügati’t-Türk isimli eserdir. Eserde Çepni Boyu, Oğuz Boyları’nın 21. sırasında gösterilmiş, damgasının resmi de verilmiştir. 13. yüzyılda yayınlanan bir başka önemli eserde Çepniler, Üç-Okların 4. boyu olarak gösterilir. 16. yüzyılda, Anadolu’da Çepnilere ait 50’ye yakın şehir adı tespit edilmiştir.
Günümüze intikal eden kaynaklarda yer alan bilgiler, Çepnilerin, Osmanlı Hânedânı’nın mensup olduğu ve en önemli, en şerefli, en büyük Oğuz Boyu olan Kayılara yakın önemde bir boy olduğu kanaatini uyandırıyor. Ne var ki onların savaşçı karakterleri, önemlerini günümüze yansıtacak kalıcı ürünler meydana getirmelerini engellemiş. Çepnilere ait kabileler, değişik tarihlerde farklı cephelerde savaşmışlar ve ordu ile gittikleri bölgelere yerleşmişler. Savaşlarda nüfusları azalmış. Belli ve kalıcı bir kültür oluşturamamışlar.
Çepniler; 1071’de Anadolu’nun, 1277 yılından itibaren de Sinop’tan Trabzon’a kadar olan Karadeniz Bölgesi’nin fethedilmesinde çok aktif görevler üstlendiler. 1277 yılında Sinop’a saldıran Rum Pontus İmparatorluğu’nun ordusunu bozguna uğrattılar. Daha sonra da Samsun’dan Giresun’a kadar olan bölgeyi ele geçirdiler. Hacı Emir adlı güçlü bir Çepni, derebeyi gibi bir unvanla bölgeyi yönetiyordu. Bir grup Çepni de 1461’de Fatih Sultan Mehmet Han, Trabzon’u fethetmeye gelmeden önce, şehri kendilerine yurt edinmişti. Onlar, Fatih’in ordusu’na yardımcı oldular. Elde edilen zaferde büyük payları vardır.
Trabzon’un fethinden sonraki tarihlerde Çepniler, konar-göçer hayatı bırakıp, yerleşik düzene geçtiler. 16. yüzyıla gelindiğinde, Zonguldak’ın sahil şehri olan Amasra’dan Rize’ye kadar uzanan kıyı şeridinde nüfusun çoğunluğunu Çepniler oluşturuyordu. Ne sebepledir bilinmez, Sinop’taki Çepnilerden günümüze insan ve iz kalmamıştır. Ordu ve Giresun’un bazı ilçeleri hariç, diğer bölgelerdeki Çepni nüfusu azalmıştır.
Çepniler, nerede düşman görürse hemen savaşa tutuşan insanlar olarak bilinirler. Onlar, bu özellikleri sebebiyle 1690 yılında, Avusturya Seferi’ne çağrıldılar. Savaşa katılarak başarının sağlanmasında etkili oldular.
Çepniler, ilk Müslüman Türklerdendirler. Bazı güvenilir kaynaklarda, Alevîlerin bir kolu olarak tanımlanmaktadırlar. Çepnilerin küçük bir bölümünün Alevî olduğu şeklindeki bir söylemin daha doğru olacağı şüphesizdir. Bu gün, çoğunluğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan Çepniler’in Alevîlik’le ilgileri yoktur. Onlar Hanefî mezhebine mensupturlar. Balıkesir ili dışında; Urfa, Maraş, Adana, Ankara, (Şereflikoçhisar) Yozgat, (Keksin) Kırşehir, (Hacıbektaş) Çorum, Sivas, Manisa, (Turgutlu) İzmir, (Bergama) bölgelerinde yaşayan Çepniler arasında Bekir, Ömer ve Osman isimlerine az da olsa rastlanması, Çepniler’in çok büyük bir ekseriyetinin Alevîlik’le ilişkilerinin olmadığının göstergesidir. Bilindiği gibi Alevîler, bu üç ismi kesinlikle kullanmazlar. Son iki cümlede, Çepnileri Alevîlik’ten tenzih eden-uzak tutan bir anlam aranmamalı. Amaç, bir gerçeğin vurgulanmasından ibarettir.
Görüldüğü gibi Çepniler, Türkiye içinde ve dışında, çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Bu olgunun sebepleri şöyle açıklanabilir: 1- Moğol istilâları, 2- Baba İshak Türkmenlerinin ayaklanmaları, 3- Savaşçı karakterlerinin gereği olarak savaşlara katılmaları ve savaş amacıyla gittikleri yerler fethedildikten sonra oralara yerleşmeleri.
ÇEPNİLER VE ALEVİLİK
Çepniler’den bir grup, Ak-Koyunlu ve onun halefi olan Safevî Devleti’nin hizmetinde bulundular. Ak-Koyunlu ve Safevî ordularında görev alan Çepniler’in bir bölümü Anadolu’ya dönmedi. İran’a yerleşti. Bir bölümü de Urfa ve Hacıbektaş’a yerleşti. Hacı Bektaş-ı Velî’nin ilk müritleri Çepnilerdi. Ancak, Hacı Bektaş-ı Veli, hayatta iken kendisi ve müritleri Sünnî Müslüman idiler. Ölümünden sonra Bektaşilik öğretilerinde sapmalar meydana geldi. Bektaşî tarikatına mensup olanlar, Alevîlik ile özdeşleştirildi. İran’a yerleşen Çepnilerin ise Şiî Mezhebine geçmiş olmaları tabiî ve kaçınılmazdır.
Balıkesir ilindeki Çepnilerin hangi etkenlerle Alevîlik kültürünü benimsedikleri bilinmiyor. Büyük bir ihtimalle onlar, Safevî Devleti’nin hizmetinde bulunanların torunlarıdır. Balıkesir’de Çepni kelimesi, bazı kişiler tarafından aşağılayıcı amaçla kullanılır. Bu olgunun, onların Alevîliğinden kaynaklandığı söylenemez. Alevî kültürüne saygılı olan Balıkesirlilerde de aynı kullanım görülmektedir. Balıkesir köylerindeki Çepniler arasında yüz kızartıcı olaylar, herhangi bir yerdeki, herhangi bir toplumda yaşananlardan fazla değildir. Çepniler’in Alevîlik ile ilgileri yukarıda anlatılanlardan ibarettir.
ANADOLU’DA ÇEPNİLER
Bazı kaynaklarda, 1500’lü yılların başında, bu günkü Giresun ilimize bağlı Keşap ve Dereli ilçelerinin bulunduğu yerlerde, Çepni Vilâyeti isimli bir yerleşim bölgesinin varlığı yazılıdır. Çepnilere bu sebeple Giresun ve çevresinde sıkça rastlanır. Şebinkarahisar ve Alucra’da, Tirebolu’nun köylerinde Çepniler çoğunluktadır. Tirebolu şehir merkezinde yaşayanlar, hangi kökenden olurlarsa olsunlar, bütün köylülere Çepni derler. O yörede, Çepni kelimesi, köylü ile özdeşleşmiştir.
Çepniler, tarihin bir döneminde, uzunca bir süre, Çepni olmayan etnik grupların gıpta eniği insanlardı. Onların saygınlıkları, 19. yüzyılda doruğa çıktı. O dönemlerde bölge halkının çoğu, kendilerinin de Çepni olduğunu iddia ediyordu. Çepnilerin ünlü kabadayısı Çepni Ali, 1828-1829 Osmanlı-Rus Harbi’ne, çevresine topladığı 300 kişi ile katılmış ve Batum’a kadar giderek Rusları zarara uğratmış, ekibi ve topladığı ganimetle yurduna döndüğünde, gıpta ve hayranlıkla karşılanmıştı. Bölgede, Çepni soyadını taşıyan pek çok aile vardır.
Ülkemizdeki Çepniler, çoğunlukla Karadeniz bölgesinde yaşıyorlar. Karadeniz coğrafyasında arazi engebeli, dağlık, ormanlık ve kayalıktır. Bu sebeple ekime elverişli alan azdır. Tarım gelişmemiştir. Halk, orta seviyenin altında bir ekonomik güce sahiptir. İmkânı olan aileler, çocuklarını okumaya yönlendirirler. Orta Anadolu’da yerleşik Çepniler, Osmanlı döneminde cins atlar yetiştirirlerdi. Bunlara At çekenler denilirdi. Onlar devlete vergi yerine at verirlerdi.
Günümüz Çepnileri; çiftçilik, sütçülük, arıcılık, besicilik, fındık yetiştiriciliği ile geçim sağlamaktadırlar.
Ülkemizde yapılan nüfus sayımlarında, boy ile ilgili tespitler yoktur. Bu sebeple, Çepni Boyu’na mensup vatandaşlarımızın ne kadar olduğunu söylemek mümkün değildir.
Anadolu Çepniler’i 7 grupta toplanır.
Karadeniz Çepnileri: Rum Pontus İmparatorluğu yönetimindeki Trabzon, Osmanlılar tarafından fethedilmeden önce şehre gelip yerleşen ve fetih ordusunda bulunup Trabzon’da kalan Çepnilerden oluşmaktadır. Karadeniz Çepnileri , Giresun’dan Rize’ye kadar geniş bir alana yayılmışlardır. Yoğunlukla Şebinkarahisar ve Alucra ilçelerinde ve köylerinde otururlar. Bu bölgelerdeki topraklar, günümüz Çepnilerinin ataları tarafından kan ve can vererek alınmıştır. Çepni denildiğinde, Karadeniz Çepnileri akla gelir. Çepni kelimesine, yiğit – gözü pek ve cesur anlamı kazandıran Çepniler bunlardır.
Ulu Yörükler: Sivas, Tokat ve Kırşehir illeri ile ilçe ve köylerinde yaşayan Çepnilerdir. Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinden 1520 yılında göç ettikleri bilmiyor. İkinci kalabalık grubu oluştururlar.
Bozoklar: Yozgat ili ve ilçelerine bağlı köylerde yaşayan Çepnilerdir. Bozok, esasen Yozgat’ın eski adıdır. Yozgat, günümüzde de İkinci Ergenekon olarak anılmaktadır.
Başım Kızdulu Çepnileri: Aydın ve Saruhan bölgesinde yerleşmişlerdir. Kızdulu kelimesinin yazılışında bir yanlışlık yoktur. Bu tür isimlere, Anadolu’muzun başka bölgelerinde de rastlanmaktadır. Bu yöredeki Çepnilerin eski beylerinin adı Kantemir olduğundan, bunlar, Kantemirli olarak da adlandırılırlar.
Dulkadirli Çepnileri: Maraş Bölgesine yerleşmişlerdir. Sayıca azdırlar.
Adana Çepnileri: 1519 yılında bölgeye geldiler. Çok az bir nüfusa sahiptirler. Bunlara At Çekenler de denilmektedir.
Halep Türkmenleri: Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde Suriye’ye yerleştirildiler Avusturya Seferi’ne davet edilen Çepniler bunlardır. Bir kısmı sonradan Antakya’nın kuzeyindeki Gündüzlü ilçesine yerleştiler. Bir kısmı da 1728 yılında Bergama ve Turgutlu’ya geldi.
Çepniler… Onlar, Türkçe’den başka bir dille konuşmazlar. Yaşadığımız coğrafyayı, onlarla birlikte vatan yaptık.
TÜRK DÜNYASINI AYDINLATAN MEŞ’ALELER: ZİYA GÖKALP
Sosyolog ve teorisyen, Türkçü yazar Ziya Gökalp 25 Ekim 1924 tarihinde, 48 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. Doğumu: Diyarbakır, 23 Mart 1876.
Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı. İlk yazılarını Türk Yurdu, Halka Doğru ve İslâm Mecmuası’nda yazdı. Küçük Mecmua’yı ve Peyman Gazetesi’ni çıkardı. Başlıca eserleri: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (1918), Türk Töresi (1923), Türkçülüğün Esasları (1923), Kızıl Elma (1914), Altın Işık (1923).
Asıl adı Mehmet Ziya’dır. Ataları 18. yüzyılın ortalarında Diyarbakır’a yerleşti. Babası Diyarbakır’da vilâyet evrak müdürlüğü ve nüfus müdürlüğü yapmıştı.
Diyarbakır Askerî Rüştiyesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’da Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’ne girdi. Burada okurken 1898 yılında, izinsiz cemiyet kurmakla suçlandı ve tevkif edildi. Bir müddet sonra serbest kaldı ise de okula alınmadı. Diyarbakır’a dündü. Çok okuyan bir insandı. Fikrî fırtınalar, yaşadığı kötü olaylarla birleşince bunalıma girdi ve intihara teşebbüs etti. Bu teşebbüsü sebebiyle Diyarbakır’da görev yapmakta olan Dr. Abdullah Cevdet ile tanıştı. Abdullah Cevdet; genç yaşına rağmen İslâm felsefesini ve tasavvufunu iyi bilen Gökalp’in zekâsına ve üstün vasıflarına hayran olmuştu. O’na Fransızca öğrenmesini, öğrenmediği takdirde, İslâmî bilgilerden hayat boyunca yararlanmasının mümkün olamayacağını telkin etti. Gökalp de doktorundan çok etkilenmişti. Dediğini yaptı. Öğüdünü tutmakla kalmadı, O’nun felsefî konularda da etkisinde kaldı. Bilindiği gibi Abdullah Cevdet, inançsız bir insandı.
Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet’in tavsiyesi üzerine öğrendiği Fransızca ile, kısa bir süre Askerî Rüştiyede Fransızca öğretmenliği yaptı.
22 Ekim 1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır şubesini kurdu. Cemiyetin merkez heyeti üyeliğine seçildi. Selânik’teki Mekteb-i Sultanî’de sosyoloji dersleri verdi. Balkan Savaşı başlayınca İstanbul’a döndü. 1912’de Ergani mebusu seçildi. İstanbul, İngilizler tarafından işgal edilince tevkif edildi, Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu kaldı. Ardından, önce Limni, sonra da Malta’ya sürgün edildi. Sürgün yılları bittikten sonra 11 Ağustos 1923’te Diyarbakır mebusu seçildi. Sağlığı bozuldu, bir müddet sonra da vefât etti.
Ziya Gökalp, son devir fikir hayatının en önemli şahsiyetlerinden biridir. Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Hüseyinzâde Ali Turan Bey’in yazıları ve bu yazılar üzerine tanışıp geliştirdikleri dostluğun etkisinde kalarak Türkistan kültürü ile yakından ilgilendi. Bir başka iddiaya göre Türkçülük fikrine, Selânik’te tanıştığı Yahudi Moiz Kohen’den etkilendiği için yöneldi. Bu bilgi yanlıştır. Gerçekte; Moiz, Ziya Gökalp’ten etkilenmiştir. O kadar ki; Tekin Alp adını almıştır.
Ziya Gökalp, Türkçülük fikrini, Azerbaycan Türklerinden Hüseyinzâde Ali Turan Bey’in Azerbaycan’da yayınlamakta olduğu Füzûyât Dergisi’nden öğrenmiş, çok beğendiği için kendisini önce Selânik’e dâvet etmiş sonra da İstanbul’da tıp fakültesinde okuyup mezun olmasına yardımcı olmuştur.
Ziya Gökalp’in Türkçülük fikrini benimsettiği Tekin Alp de ilgi çekici bir şahsiyettir. Tevrat’ta yazılı Cenab-ı Allah’ın ‘On Emir’ denilen buyruğunu, Türkiye’de yaşayan ve Türk tabiiyetinde olan Yahudiler için ‘Türklüğe On Buyruk’ olarak adapte etmiştir. Türklüğe On Buyruk şöyledir: 1- Kendine Türkçe isim al. 2- Türkçe konuş, 3- Havralarda duaların hiç olmazsa bir kısmını Türkçe oku, 4- Okullarını Türkleştir, 5- Çocuklarını devlet okullarına gönder. 6- Ülke işlerine karış, 7- Türklerle düşüp kalk, 8- Cemaat ruhunu kökünden sök, 9- Millî iktisat alanında sana ne görev düşüyorsa yap. 10- Hakkını bil.
Ziya Gökalp; milliyetçi ve Türkçü hareketin fikir babasıdır. Durkheim’den de etkilendi. Başta Atatürk olmak üzere pek çok kişiyi de etkilemiştir. İnanan ve inandığını gizlemeyen bir insandı. Sosyal değerlerin tabandan tepeye doğru ilmî, kültürel ahlâkî ve dîni tabakalar hâlinde bir piramit oluşturduğunu ve bu değerlerin mukaddes olduğunu belirtir, ‘Din, ahlâkı şekillendirir.’ Der, dînin toplumdan ayrı tutulması fikrine de dâima karşı çıkardı.
O, iyi bir sosyolog olarak toplumun problemlerine çözüm üretmeye çalışmıştır. Vatanına ve milletine olan derin sevgisi ile…
ZİYA GÖKALP’TEN BİR ŞİİR:
LİSAN
Güzel dil, Türkçe bize
Başka dil gece bize
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize
Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz
Mânâsı anlaşılan
Lügate atmadan göz
Uydurma söz yapmayız
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş, Türkçedir
Eski köke tapmayız
Açık sözle kalmalı
Fikre ışık salmalı
Müteradif sözlerden
Türkçesini almalı.
Yeni sözler gerekse
Bunda da uy herkese
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse
Yap yaşayan Türkçeden
Türkçeyi incitmeden
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini olsun yeden
Arapçaya meyletme
İran’a da hiç gitme
Tecvidi halktan öğren
Fasihlerden işitme,
Gayn’lı söz emmeyiz
Çocuk değil, memeyiz.
Birkaç dil yok Turan’da
Tek dilli bir kümeyiz.
Turan’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var
Başka dil var diyenin
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir
Dini bir, vatanı bir
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa vatanı bir