Sosyoloji ilminin penceresinden bakıldığında insan topluluklarını millet hâline getiren en önemli unsur, aidiyet duygusudur. Şüphesiz doğru bir belirlemedir.
Farklı târifler de vardır: ‘Aynı dili konuşan, aynı dine inanan, ortak bir tarihi bulunan, bir arada yaşamayı kabullenen, kederde ve sevinçte ortak duyguları paylaşan insanlar topluluğu millettir.’ Gibi.
İnsan topluluklarını millet hâline getiren en önemli iki unsurdan biri, belki de birincisi dil, ikincisi dindir. Çünkü dinin öğrenilmesi, öğretilmesi için dil gereklidir.
Aynı millete mensup oldukları halde farklı dilleri konuşan veya aynı dili konuşmalarına rağmen farklı milletlere mensup olan insanlar da bulunabilmektedir. Bu durum, din olgusu için de geçerlidir. Sosyologlar bu istisnaların kaideyi bozmadığını belirtiyorlar.
İsviçre’de; Fransızca, Almanca ve İtalyanca, Belçika’da; Felemenkçe, Almanca, Fransızca ve Flamanca konuşulur. Hinduların % 50’den fazlası İngilizce konuşur. Ana dil hâline gelmiştir veya gelmek üzeredir. Merkezlerden uzak bölgelerde yaşayanlar ise Urduca, Sanskritçe, Tamil ve Nepal dillerini konuşurlar. Almanca; Almanya’da, Avusturya’da, İsviçre’de ve Lüksemburg’da konuşulmaktadır. Türk asıllı Altay Türkleri Rusça konuşurlar.
Millete ait kültürün korunması ve geliştirilmesi için de dil gereklidir. Yurt savunması için de dilin önemi inkâr edilemez. Emri veren ile uygulayan arasında ortak dil yoksa anlaşma olmaz, savaş kazanılamaz. Eğitim ve öğretim de dil ile yapılır.
Görülüyor ki dilin, insan toplulukları için çok önemli ve çeşitli görevleri vardır.
İnsanların düşüncesi, kavramlardan oluşur. Kavramlar ise dilin buluşu olan kelimelerle ifâde edilir. Konuştuğu dili gelişmemiş milletlerde kavramlar oluşamaz ve gelişemez. Kavramları olmayan veya kısır kalan insan topluluklarında fikir hayatı yoktur. Fikir olmayınca ilim, ilim olmayınca hayatta kalma imkânı bulunamaz. Bu olumsuzluklarla karşı karşıya kalan insanlar zaman içerisinde kültürlerini, inançlarını yaşama imkânını, aidiyet duygularını, millî kimliklerini, en sonunda da bağımsızlıklarını kaybederler.
Bulgar Türkleri ve Kıpçaklar, Kumanlar, Peçenekler yukarıdaki hükmün en çarpıcı örneğini oluşturur.
Bilindiği gibi Bulgar Türkleri, anayurt Türkistan’dan göç etmek mecburiyetinde kaldıklarında, Hazer Denizi ve Karadeniz’in kuzeyinden batıya yöneldiler. Volga-İdil dolaylarında kalanlar dillerini-dinlerini ve millî kültürlerini koruyarak günümüze ‘Kazan Türkleri’ olarak ulaştılar. Daha batıdaki topraklara gidenler, Slav ırkına ve kültürüne mensup insanlar arasında yaşamak mecburiyetinde kaldılar. Önce dillerini, sonra dinlerini değiştirdiler ve Türk kültüründen-Türk kimliğinden tamamen uzaklaştılar. Günümüzdeki Macar halkını oluşturan Hun Türkleri için de durum aynıdır.
Gagauz-Gökoğuz Türkleri, Ortodoks Hıristiyan ve nüfus itibariyle küçük bir topluluk olmasına rağmen dillerini korudukları için Türk kimliğini kaybetmediler. Onların bu başarısında Türk Ocakları genel başkanlarından Hamdullah Suphi Tanrıöver’in önemli rolü vardır. Merhum Tanrıöver, Bükreş Büyükelçisi iken, Atatürk’ün de desteği ile Türkiye’den kitap ve öğretmen getirterek Gagauz-Gökoğuz Türklerinde millî damarı korumuş ve geliştirmiştir.
Tarih öncesi çağlardan günümüze kadar devam eden olayları nakleden tarih kitapları, âdeta devletler mezarlığıdır. Devletler; topla, tüfekle yıkılmış olabilirler. O devletlerde yaşayan insanlar, dillerini kaybetmedikleri sürece, tarih sahnesinden silinmezler, yaşamaya devam ederler ve günün birinde tekrar devletlerini kurarlar, bağımsızlıklarını elde ederek milletler câmiasındaki şerefli yerlerini alabilirler.
İşte bu sebeple dil; insan hayatını dolduran ve şekillendiren en kıymetli varlıktır. Dili insandan, insanı dilinden ayırmak mümkün olmaz. Biri maddî, diğeri mânevi iki varlık; ayrılmaz bir bütün teşkil eder.
Dil, insan eliyle meydana getirilmiş bir ürün değildir. Binlerce yıllık zaman içerisinde kendi kanunları ile oluşan ve gelişen tabii ve kıymetli bir değerdir.
Dilin araçları olan kelimeleri ve yapısı üzerinde herhangi bir düzenlemeye girişmeden önce, bu değerli varlığın tarih içindeki oluşma ve gelişme şartlarını iyi bilmek gerekir. Günümüze kadar hangi safhalardan geçmiş, bünyesinden hangi kelimeleri, neden atmış, hangi kelimeleri hangi sebeple almış… Bunlar bilinmeden dil üzerinde oynamak, bir insanı değil, bir milletin geleceğini karartmak demektir.
Her dilin kendisine has kök, ek, ses ve cümle yapısı, kelime üretme şartları ve imkânları vardır. Bu şart ve imkânların kullanma biçimi hakkında bilgi sâhibi olmayanlar, dil üzerinde küçücük bir değişikliği bile düşünmemeli.
Türkçemiz geçmiş yıllarda bu gibi tehlikeli müdâhalelere mâruz kalmış ve fakat dilimiz, güçlü yapısı sebebiyle tökezlese, yaralanmış olsa bile, sonunda ayağa kalkmayı ve ayakta kalıp güçlü hayatiyetini devam etmeyi başarmıştır.
Fakat son yıllarda dilin önemini anlayamayan, yalnızca pratik olmayı düşünen, her işin basitini ve kolayını tercih eden nesillerin dil üzerinde yaptığı tahribat, eski yıllardakine göre daha etkili ve kalıcı olabilmektedir.
Geçmiş dönemlerde Türkiye’de kelimeler savaşı yaşandı. Günümüzde buna, ifâdeler savaşı eklendi.
Bu konuda fazla sözü gereksiz kılan aşağıdaki örnekleri vermekle yetinelim:
* ‘Ciddî ol‘ anlamında ‘su yapma!’ deniliyor.
* ‘Duygu sömürüsü yapıyorsun‘ yerine ‘vicdan oldun‘
* ‘Allahaısmarladık‘ yerine ‘Bay-Bay‘, Hata o bile uzun bulunarak ‘Baaayyy‘…
* ‘Telefon yaptım…’
* ‘Oha oldum‘ veya ‘Çüş oldum‘
* ‘Döncem ben sana‘
* ‘Herıld yani…’
* ‘Stres tavan yaptı…’
* ‘Bana bi alo de…’
Bizim ince bir dil zevkimiz, imbikten geçmiş asalet timsali hitaplarımız vardı.
* ‘Yüzünde göz izi var. Sana kim baktı yârim?’ zerâfetinden
* ‘Kız hepsi senin mi?’ kabalığına-fodulluğuna düştük.
Düştüğümüz yerde kalmak istemiyorsak; güzel Türkçemiz üzerinde hassas olmamız, dil hassasiyeti olanların tavsiyelerine titizlikle uymamız gerekiyor.
Aksi takdirde candan aziz vatanımız dâhil, kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmaz.