GİRİŞ: ] Dilin ‘benimdir’ dediğini [tasfiyecilikle, uydumacılıkla, yakıştırmacılıkla] elinden almak uzviyetin hazmettiği gıdayı bünyeden çıkarmaya kalkmak demekse, dilin ‘istemem’ dediğini ona zorla vermek de dili beslemek değil, onları atacağı için, dili beyhude yere zayıf düşürmektir. Yani iyilik namına kemlik… Almanya’da ‘dil ilmi’ tahsil eden Tahsin Banguoğlu, 1941’de neşrettiği ‘Dil Bahisleri’ broşürünün 35’inci sahifesinde, dil dâvâmızın bu en aksak tarafını şu satırlarla formülleştirmişti: ‘Dil, bünyesine zorla sokulan ve az-çok cebirle muhafaza olunan yanlış ve zevksiz maddeler karşısında, tıpkı bir uzviyet gibi hareket eder: Dil için, yanlış kelime, yabancı kelime hükmündedir.’ İşte doğrular doğrusu olan söz buna denir! ‘Yanlış kelime’, yani uydurulan ve yakıştırılan tâbir… Onu halk tanımaz! ‘Halkın sözü ki hakkın sözüdür’… ‘Onu ilim tanımaz! İlim ki ‘en hakikî mürşiddir’… İkisinin de tanımadığını yalnız [T. Dil] Kurumcular tanır! Günah olan da budur! (İsmail Habib Sevük 1949: 71) |
Oğuz Çetinoğlu: Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilen kelimeleri haklı olarak ve şiddetle reddediyorsunuz. Sizi bu şekilde hareket etmeye sevkeden sebepler nelerdir?
Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa: Uydurma her kelimeyi ve 27 Mayıs Darbesiyle resmî dil yapılmış Uydurmacayı topyekûn reddetmemizin başlıca dört sebebi var: Birincisi, uydurma kelimeler, Türkçenin mantığını altüst ve bünyesini ifsat eden virüsler mesabesindedir. İkincisi, onları dilimize musallat eden Dil İnkılâbı, Târihî Türkçemizin yerine Frenk mukallidi sun’î bir dil ikame etme emelindeydi; ki buna cebren ve hileyle artık muvaffak olmuş bulunuyor. Binaenaleyh Dil İnkılâbının meş’um maksadına hizmet eden her ne varsa, bizce peşinen merduttur*. Üçüncüsü, millî irâde, milletin rızâsı hiçe sayılarak dil üzerinde böyle bir tasarrufa tevessül* edilmiştir. Diğer tâbirle, Milletimize revâ görülen kültür jenosidinin* en mühim rükünlerinden* biri olması hasebiyle, ona rızâ, zulme, daha doğrusu jenoside rıza demektir. Dördüncüsü, Uydurmaca, bizi mâzimizden ve millî kültürümüzden koparmanın en mühim bir vasıtasıdır.
Dilimizi ve dinimizi kaybetmemiz demek, millî varlığımızın izmihlâli* demektir. Bu bakımdan, uydurma dil kanserini son unsuruna kadar dilimizden ve kültürümüzden tasfiye edip memleketimizde bütünüyle Târihî Türkçeyi kaim kılmak bir hayat-memat meselesidir.
Çetinoğlu: Merhum Ahmet Kabaklı (1924-2001) dinde, dilde mûsıkîde ve ahlakta inkılâb olmaz diyordu. Aynı kanaattesiniz ve eserlerinizle makalelerinizle, beyanlarınızla yapılan yanlışlıkları tel’in ediyorsunuz. Tel’inde kullandığınız ilmî mülâhazalarla tespit ettiğiniz yanlışlıklar hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Dr. Yasa: İşte size ‘-t’ ekiyle türetilmiş gibi görünen bir yığın uydurma: ‘boyut, dikit, eşit, kanıt, karşıt, komut, konut, koşut, oyut, özet’, somut, yanıt.
Zikrettiğimiz bütün bu uydurma kelimeler, Dil İnkılâbı çerçevesinde, 1930’lu senelerde tedâvüle sokulmuştur. Bunlar yanlış eklerle türetilme, kök-ek mânâlarının uyumsuzluğu (ki bu iki husus, kaidesizlik veya türetme kaidelerine mugayirlik* başlığı altında toplanabilir), Fransızca veya Arapçadan bozma oldukları halde -akla ziyan- ‘Güneş-Dil’ mantığıyla ‘Öztürkçe’ kabul edilme, Fransızcadan ithal bir ekle teşkil edilme ve Türkçede zâten karşılıkları varken sırf dilden İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimeleri temizleme gibi sapkın bir ideolojik saikle dayatılma gibi sebeplerle uydurma veya bir lisaniyat tâbiriyle ‘barbarca (barbarisme)’dir.
Çetinoğlu: Hangi kelimeler?
Dr. Yasa: Bunlardan ‘karşıt’, 1935 senesine âit Osmanlıcadan Türkçeye Karşılıklar Kılavuzu’nda (s. 157: ‘tezat: karşıtlık’) ve Osmanlıcadan Türkçeye, Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzları’nda (s. 369: ‘zıddiyet: karşıtlık’; s. 182: ‘karşıt: mütezad*, mütebayin*, zıd, mugayir*, münafi*, hilâf*, muzad*; karşıtlar: ezdad*; karşıtlık: mugayeret*, tezad*, zıddiyet’) ‘zıt’ kelimesinin mukabili olarak yer alıyor ve kelime teşkillerinde kaidesizliğin hâkim olduğu 1930’larda, ‘karşı’ ismine (isimden isim teşkil eden) ‘-t’ türetmeliği getirilerek teşkil edilmiş görünüyor. (Korkmaz 2003: 66; Zülfikâr 1991: 144; Gülensoy 2007: I/471. Banguoğlu ise ‘karşıt’ı fiilden türemiş olarak gösterir -2000: 263-.) Kaide dışı olmasının sebebi, fiilden isim türeten ‘-t’nin, ve isimden sıfat türeten (birincisinin sesdaşı) ‘-t’nin mantığına uymamasıdır. (Buna mukabil, o zamanlar örnek alınan Fransızcanın türetme mantığına uygundur.)
Çetinoğlu: Mahzurları hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Dr. Yasa: Bahis mevzuu ‘-t’, her iki halde de işlek olmayan, hattâ ikinci halde ölü bir türetmeliktir. İsimden sıfat türeten bir ek olarak (işlek olarak) sâdece ‘yaş-ı-t’ kelimesinde karşımıza çıkıyor. Bu misalden anlaşılan, kelime köküne aynı olma mânâsı kazandırdığı, yani ‘-daş’ türetmeliğiyle aynı vazifeyi gördüğüdür. (Nitekim Anadolu’nun bazı mahallerinde ‘yaş-daş’ da deniyor.) Bu tesbite nazaran, ‘karşı-t’, Türkçenin mantığı bakımından saçma bir teşkildir; çünkü ‘karşı-daş’ mânâsına gelen bir kelime ‘zıddın’ mukabili olamaz.
Fiilden isim türeten ‘-t’ türetmeliği ise, Târihî Türkçede, şu birkaç canlı örnekte yaşıyor: ‘geç-i-t, öğ-ü-t, ‘bin-i-t’… Bu kelimelerde kelime köküne kattığı mânâ, fiil kökünün belirttiği işi yapmayı mümkün kılan şeydir. ‘Yoğ-u-r-t, kuru-t, kav-u-t, iç-i-t’ misallerinde ise, fiil kökünün belirttiği işin neticesi anlaşılmaktadır. ‘Karşı’, fiil kökü olmadığına göre, ‘karşı-t’ yapı ve mânâ bakımından bu türetmelikle de izah edilemez. (Buna karşılık, Târihî Türkçede mukabilleri olmayan mefhumları ifade eden ve kaideli türetmeler olan ‘taş-ı-t, ak-a-r yak-ı-t’ makbul kelimelerdir.)
Çetinoğlu: ‘Karşıt’ kelimesinin Dîvân Lugati’t Türk’de yer aldığını biliyorsunuzdur…
Dr. Yasa: Evet, ‘karşıt’ kelimesi, Dîvânu Lugati’t-Türk’de (galiba sâdece orada) zikredilen bir kelimedir. Aynen ‘karşı’ gibi ‘zıt’ mânâsına geldiği kaydedilmiş. (‘Karşı’, aynı zamanda, ‘iki bey arasındaki uyuşmazlık’, ihtilâf ve ‘hakan sarayı, köşk’ mânâlarına da geliyor.) Daha doğrusu, yaklaşık mânâsı böyle… Zira her ne kadar Besim Atalay (keza Ercilasun ve Akkoyunlu), onun Dîvân’daki izahını ‘gece ve gündüz gibi zıt olan’ şeklinde tercüme ediyorsa da, Sadri Maksudi Arsal onu Fransızcadaki ‘contraste’ın mukabili olarak gösteriyor. (Atalay I/451, I/423, I/424, I/255; Ercilasun ve Akkoyunlu 2015: 197, 183; Arsal 1930: 331) ‘Contraste (kontrast)’ ise, ‘biri diğerini tebârüz* ettiren iki şey arasındaki tezat’ mânâsına geliyor. Renklerdeki kontrast* gibi… (Le Petit Robert 2009) Nitekim Dîvân’da da ‘karşut’, ‘gündüz ile gece arasındaki tezadı’ ifade ediyor.
‘Karşı (< karşu < kar-u-ş-u)’ ve ‘karşıt (< karşut < kar-u-ş-u-t)’ kelimeleri ‘kar-ı-ş-mak (< kar-u-ş-mak)’ fiilinden türemiş olsalar gerek. Eski Türkçede ‘kar-mak’, karşı durmak mânâsına geliyor. (Gülensoy 2007: I/471) ‘Kar-ı-ş-mak’ ise, birbirine karşı durmak, birbiriyle karşı karşıya gelmek, birbiriyle karşılaşmak, çarpışmak, savaşmak demek. Karahanlı Türkçesindeki -10. asra ait- Meâlde bu suretle kullanılıyor: ‘Bütünlükin anlar kim yüz ewürdiler sizdin, ol kün kim karıştı iki öğür, bütünlükin tayındurdı olarnı yek: Muhakkak ki onlar ki yüz çevirdiler sizden, o gün ki savaştı iki topluluk, muhakkak ki kandırdı onları şeytan’. (Ata 2004: 425, 25) ‘Karşıt’ kelimesinde, ‘-t’ türetmeliğinin karşı karşıya gelişin, zıtlaşmanın, çarpışmanın neticesi olan hâli ifâde ettiği anlaşılıyor. Nitekim gece ile gündüz de birbiriyle adeta çarpışarak biri diğerinin yerini alıyor. Yâni aralarında ‘tezat’, çatışma, ‘karşıt’ var.
Binaenaleyh Uydurma Dilcilerin ‘karşıt’ı, sâdece sesdaş olan her iki ‘-t’ türetmeliğine göre de, yanlış teşkil edilmiş ve kendisine yanlış mânâ atfedilmiş bir kelimedir. Üstelik, 1935’te, ‘zıt’ mukabili bir sıfattı. (Onun için ondan bir de ‘mugayeret, tezad, zıddiyet’ mukabili olarak ‘‘karşı-t-lık’ kelimesi teşkil edilmişti.) Şimdilerde ise, o, pek tuhaf bir şekilde, hem ‘zıt’, hem ‘muârız’, hem ‘muhalif’, hem ‘aleyhdar’ yerine kullanılıyor…
1935’te ‘muhalif, muarız, aleyhdar’ mukabili olarak ‘karşı-n’ı uydurmuşlardı. O, aynı zamanda ‘rağmen’ demekti. Yani hem isim, hem zarf… ‘Karşınlar’, ‘aleyhte olanlar’ demekti. (Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu 1935: 182) Bu da uydurmacı zihniyetin çarpıklığını gösteren bir başka misâl! Türkçemizde bir ‘-n’ zarf türetme ekimiz var; fakat o, zaman bildiren zarflar türetiyor: ‘Kış-ı-n, an-sız-ı-n’ gibi… Halbuki ‘rağmen’ zarfı zaman mı bildiriyor? O halde ‘karşı-n’, nasıl ‘rağmen’ mânâsına gelebilir? Türkçemizde bu ötekinin sesdaşı olan bir ‘-n’ türetmeliğimiz daha var. Fakat o da, fiilden, yapılan işin neticesini bildiren isimler türetiyor: ‘ekin, düğün, sökün, tütün’ gibi… ‘kar(-ı)-ş-ı-n’ı bu ekle izah etsek, o zaman da savaş, çarpışma, karşılaşma gibi bir mânâ ifâde etmesi lâzım gelirdi.
Bu tesbitler bir tarafa, büyük dalâlet, Türkçede zâten mukabili olan mefhumlar için (onların yerini almak üzere) güya ‘Öztürkçe’ iddiasıyla kelime uydurmak veya (kaideli surette) türetmektir. Bu tavır, Türkçedeki ‘İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimeler’in şahsında İslâm’a düşmanlık dalâletinin bir tezahürüdür. Bir başka dalâlet, (Dîvân’da geçen) ölü bir kelimeyi (yine aynı İslâm düşmanlığı saikiyle) canlandırmaya kalkışmaktır. Hâlbuki Ziya Gökalp, bu hususla alâkalı kaideyi ne güzel tesbit etmişti: ‘Uydurma söz yapmayız / Yapma yola sapmayız / Türkçeleşmiş, Türkçedir / Eski köke tapmayız.’
Keza, değerli bir edebiyat târihçimiz, muharririmiz ve pek şuurlu bir ‘Târihî Türkçe’ müdafii olan İsmail Habib Sevük de aynı hususta esaslı bir tesbitte bulunmuştu. Onun 1949’da neşredilen Dil Da’vâsı kitabından iktibas ediyoruz:
Türkçeden bütün yabancı kelimeler atılınca, onların bıraktığı boşlukları öz türkçe kelimelerle doldurmak için tuttukları iki yoldan biri [diğeri uydurmacılık], bin yılın ötesinde, yani İslâmiyet’ten önceki orta Asya lehçelerindeki kelimeleri diriltmek oldu. […Halbuki] Türkçenin esas bünyesi, bin yılın ötesindeki daha öteden, yâni mâzinin ezelinden geliyor. Kaynağı meçhullere karışmış bir nehir gibi akıp gelen dilin getirdikleri nasıl kendininse, getirmedikleri de artık kendinin değildir. Bizim [Dil] ‘Kurumcular’, dillerdeki bu değişmez kanunu düşünmediklerinden tenâkuza düştüler. Düşünülmedi ki dile mâl olmak diri olmaktır; mâl olanların kökü yabancı da olsa onlar diri kalıyor. Bunun tersine kökü en öz Türkçe olsa bile dilin mâl etmek istemediği ölüdür; ne kadar uğraşsak dirilmiyor: Peygamber yerine ‘yalvaç’, hâkim yerine ‘yargıç’, Allah yerine ‘çalap’, kitab yerine ‘bitig’, mezar yerine ‘sin’, can yerine ‘tin’, şeytan yerine ‘yik’… Hayır, bunları İsâ’nın nefesi bile diriltemez! Onların üstüne İslâm kültürü bin yıl ağırlığında bir kapak örttü. (Sevük 1949: 69)
Üçüncü bir dalâlet*, pervasızca, Türkçenin irsiyetini (‘genetiğini’) bozan kelimeler teşkil etmektir. Dördüncüsü, Târihî Türkçedeki yakın mânâlı birkaç kelime yerine ne idüğü belirsiz tek bir kelime ikame ederek zengin bir dili fakirleştirmek, (düşüncenin bu başlıca âletini fakirleştirerek) onunla düşünen insanların fikir kapasitesini daraltmaktır. Beşincisi, uydurma kelimelerle, asırlarca işlene işlene fevkalâde zarif, fevkalâde mûsıkîli bir dil hâline gelmiş Türkçemizi kulak tırmalayan yavan, yeknesak, iptidâî bir dil derekesine* düşürmektir. Altıncısı, resmî cebir ve hileyle bunları Millete dayatmak, dilde inkılâp yaparak binlerce sene geriden süzülüp gelen hâlis millî dil yerine sun’î bir dil ikame etmeye, bu suretle Milleti mâzisinden koparıp Avrupa’ya temessül* etmeye müstait* şahsiyetsiz bir kitle haline getirmeye kalkışmaktır.
Zâten kendini mürâice ‘Öztürkçecilik’ olarak takdim eden Uydurmacılık, baştan sona dalâlet değil mi?
…………………..
LÜGATÇE:
*merdut: Kabul edilmemesi gereken.
*jenosid: Soykırım, topyekûn yok etmek
*rükün: bir şeyin en önemli kısmı. *izmihlâl: Yok olma, bitme, kaybolma.
*mugayirlik: Muhaefet etme işlemi.
*mütezad: Kolay yapılan, kolayca meydana gelen.
*mûtebâyin: Birbirine uymayan.
*mugayir: Uyumlu olmayan, aykırı.
*muhalefet: Başka türlü olmak, uymam
*münafi: Aykırı olmak, uyumsuz.
* Ak hilâf: Ters, aykırı.
*muzad: Muhâlefet etmek.
*ezdad: Birbirine zıt olan şeyler
*mugayeret: Başka türlü.
*tezat: Aykırı.
*tebârüz: Ortaya çıkmak, belirmek.
*kontrast: Zıt, zıtlık.
*muârız: İtiraz eden, muhalefet eden.
*dalâlet: Doğru yoldan ayrılmak.
*dereke: Maddeten veya mânen aşağı derece.
*temessül: Belli bir şekil veya surete girme.
*müstait: Bir işi veya bir şeyi yapabilme kabiliyetine sâhip olma.
*müraice: İkiyüzlülük, riyakârlık.
*dalâlet: Doğru yoldan ayrılma
KAYNAKLAR:
Arsal, Sadri Maksudi (1930), Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve Sanat Heyeti Neşriyatından.
Ata, Aysu (2004), Türkçe İlk Kur’an Tercümesi (Rylands Nüshası). Karahanlı Türkçesi. Giriş, Metin, Notlar, Dizin, Ankara: T. Dil Kurumu Yl.
Atalay, Besim (2013), Dîvânu Lugati’t-Türk (Tercümesi), Ankara: T. Dil Kurumu Yl., 2 cilt içinde 4 cilt.
Banguoğlu, Tahsin (1987), Dil Bahisleri, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
Banguoğlu, Tahsin (2000), Türkçenin Grameri, Ankara: T. Dil Kurumu Yl.
Ercilasun, Ahmet B. ve Akkoyunlu, Ziyat (2015), Dîvânu Lugati’t-Türk. Giriş, Metin, Çeviri, Notlar, Dizin. Ankara: T. Dil Kurumu Yl.,
Gülensoy, Tuncer (2007), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözlüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, Ankara: T. Dil Kurumu Yl., 2 cild.
Korkmaz, Zeynep (2003), Türkiye Türkçesi Grameri (Şekil Bilgisi), Ankara: T. Dil Kurumu Yl.
Sevük, İsmail Habib (1949), Dil Da’vâsı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Zülfikâr, Hamza (1991), Terim Sorunları ve Terim Yapma Yolları, Ankara: T. Dil Kurumu Yl.
YESEVÎZÂDE ALPARSLAN YASA: 1949 senesinde Şanlıurfa’nın Bozova kazasında doğdu. Baba tarafından Türkistanlı (Fergana’nın Beşarık kazâsmdan, Hoca Ahmed Yesevî sülâlesine mensûb bir âile), anne tarafından Halfetilidir. 1967-1973 senelerinde Millî Eğitim Bakanlığı burslusu olarak ve iktisâd tahsili maksadıyle Fransa’da bulundu; fakat, tahsilini tamâmlıyamadan Türkiye’ye döndü. Avdetinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydolduğu hâlde o anarşi senelerinde yine tahsilini yarım bırakmak mecbûriyetinde kaldı. Bu arada, Yesevîzâde imzâsıyle, mecmûa ve gazetelerde araştırma makaleleri ve ayrıca kitaplar neşretmekteydi. Bu devrede, bâzıları gazetelerde sâdece tefrika olarak kalan on iki kitap neşretti. Bunlar, daha ziyâde, bâzı siyâsî doktrinler, milletlerarası siyâsetin perde-arkası, Yahûdilik ve Masonlukla alâkalıdır. İslâm hakkındaki birçok çalışmasından sâdece iki tânesini kitap hâlinde neşretmeye muvaffak oldu. Anarşi mağdûrları için çıkarılan aftan istifâde ederek, 1992-1993 öğretim yılında SBF’ye tekrâr kayıt yaptırdı ve -hem çalışıp hem okumak sûretiyle- 1998 Ekiminde bu Fakültenin İktisâd Bölümü’nden mezûn oldu. Hâcettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde 2003 Haziranında kabûl edilen Yüksek Lisans Tezi ve aynı Bölümde 2009 Haziranında Doktora Tezi kabul edilerek tahsil hayatını tamamladı. Hâcettepe Üniversitesi’nin Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalında 2000-2001 Öğretim Yılından başlıyarak 2013-2014 Bahar Dönemi sonuna kadar evvelâ ‘Araştırma Görevlisi’, sonra ‘Öğretim Görevlisi’ sıfatıyle, tercüme sâhası ile alâkalı muhtelif derslerle berâber, mukayeseli Fransız-Türk edebiyatı, kültürler arası haberleşme, mukayeseli Fransız-Türk grameri, iktisâd, hukuk, Avrupa Topluluğu hukuku, milletler arası kuruluşlar, gazete dili gibi 20 civârında farklı ders verdi. Sonra 15 ay kadar Abant İzzet Baysal Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde Yrd. Doç. olarak çalıştı ve orada matbûat târihi dersini verdi. 2016 Nisanında yaş haddinden emekliye sevk edildi. 2002 senesinden beri, tercüme sâhasıyle, ayrıca mukayeseli edebiyat ve Fransız edebiyatı ile alâkalı ve muhtelif akademik mecmûalarda neşredilmiş -bâzıları kitap hacminde- 18 makalesi bulunmaktadır. Bunlardan mâadâ, kitap bölümü, tercüme kitapları, milletler arası sempozyumlarda sunduğu tebliğleri, değişik tercüme kitaplar hakkında hakem raporları ve (ortak müellifi olduğu Türk Eğitim Sistemi. Alternatif Perspektif, gibi ve daha başka münteşir akademik çalışmaları mevcûddur. |