Başpehlivanlığı elinde tutan Kel Aliço; kendisine çatan olmadığından, soyunmadan, güreşmeden, Başpehlivanlık ödülü ile ayrılırdı er meydanından. Bu acımasız ve sert güreş ustasına hiçbir yiğit meydan okuyamadı uzun zaman. Ta ki, kara yağız bir genç, o yıl çayırın kenarına bağdaş kurup oturana dek. Kimselerin tanımadığı bu delikanlı, desteye / ayağa güreşecekti her hal. Oysa orta ve büyük orta güreşleri başlamıştı. Cazgırın dikkatini çekti, yaklaştı:
-Pehlivan, sen ne zaman soyunacaksın?
-Ben sıramı beklerim Ağam.
Bre sıran ne zaman gelecek, neredeyse başaltı başlayacak!
Başaltı güreşleri biterken soyunup yağlanmaya başladı genç adam. Çevredekiler, ‘Aklından zoru mu var?’ dercesine bakındılar, bazıları acındılar. O yıl yine rakipsiz olacağını sanan Kel Aliço, hınçla çıktı meydana; haddini bildirecek, çayırı dar edecek, kan kusturacaktı bu kendini bilmeze. Güreş başladı, saatler geçti, gün akşama döndü. Aralarında büyük yaş farkı olan iki yaman pehlivan yenişemiyordu bir türlü. Müthiş bir güreşti bu, hiç kimse yerinden ayrılamıyordu. Lakin er meydanına inen karanlık, müsabakanın devamını imkânsız kılıyordu. Kel Aliço bağırdı: ‘Bre yakın çırağları, bu yiğitle kozumuzu pay edelim!’
Sonunda efsânevi Başpehlivan Aliço Ağa yoruldu, güreşi bırakıp bu acar rakibinin sırtını sıvazladı, yenilmeden pes etti. Diğeri ustanın elini öpüp karşısında saygıyla el bağladı. Genç adamın namı, Kara Ahmet’ti. Daha sonraları Avrupa’da, Amerika’da fırtınalar estirdi. Yabancılara ‘Türk gibi kuvvetli’ deyimini öğretti ve ‘Cihan Şampiyonu’ oldu…
İnsanlık târihinin en eski sporlarından biri olan güreşle alâkalı bu tür yazılar, 1990’lı yılların başlarına kadar gazete sayalarında yer alırdı. En namlı güreş yazarımız Murat Sertoğlu (1910-1989) ve son güreş yazarımız Ali Gümüş (1940-2015) Rahmet-i Rahmana kavuşunca ve de Yaşar Doğu (1913-1961), Gazanfer Bilge (1924-2008) sonrasındaki güreşçilerimizin sırtı, minderle barışık hâle gelince gazeteler bu sporla ilgilerini kesti.
***
İsmâil Habib Sevük’ün telif ettiği, Oğuzhan Murat Öztürk’ün yayına hazırladığı eser 13,5 X 21 santim ölçülerinde ve 352 sayfadır. 2024 yılında yayınlandı. Şanlı güreşçilerimizden her birinin kazandığı onlarca altın madalyanın gururunu, yaşı 70’in üzerinde olanlara yaşatmak için… Kültür endüstrisi kasırgası, güreş sporumun üzerini çizip, futbolun yıldızını parlatınca güreş sporu üvey evlât seviyesinden daha hakir duruma düştü. Böyle bir ortamda Ötüken Neşriyat’ın Kızılay Aşevi gibi hiçbir beklentisi olmaksızın Güreşle alâkalı kitap yayınlaması, her türlü takdirin üzerinedir. Koca Yusuf, Adalı Halil, Kurtdereli, Kara Ahmet, Hergeleci İbrâhim, Kavalalı Çolak Mümin isimlerinin yaşamasına, güreş sporuna ilgi duyulmasına vesile olur inşallah.
Kitapta ele alınan konuların başlıkları: ‘Kendisi de mükemmel bir güreşçi olan Sultan Abdülaziz Han’ın Şampiyonu Kavasoğlu İbrâhim’, ‘Kara Ahmet Nerede ve Nasıl Yetişti?’, Koca Yusuf ve Kurtdereli’, Avrupa ve Amerika’daki Cihan Güreşleri’, ‘Koca Yusuf Avrupa’da, ‘Sonsuz Kuvvetle Sonsuz Hüner’, ‘Koca Yusu ve Hergeleci İbrâhim’in Paris’teki Güreşleri’, ‘Koca Yusuf Amerika’da, ‘Frenklerin Görüşüyle Koca Yusuf’, ‘Kara Ahmed’in Cihn Pehlivanlığı’, ‘Kurtdereli Paris ve Londra’da’, ‘Londra Güreşleri’, ‘Adalı Halil’in Dünyâ Seyranı’, ‘Adalı Halil’in Amerika’daki Heyeccanlı Mîcerâsı’, ‘Kurtdereli’nin Londra Menkıbeleri’, ‘Kurt Dereli ve Atatürk’ Eserin dördünce ve son bölümünün tamamı; ‘Kendi Ağzından Kurtdereli’ başlığını taşıyor.
Bu bölümden kısa bir paragraf:
Koca Yusuf’u Amerika’ya götüren menajer, gemideki yolcular arasında bir boksörün olduğunu öğrenince ikisini karşı karşıya getirir. Boks, o dönemde yeni dünyâda en gözde spordur. Reklâm olur diye işi menajer mi kızıştırmış, yoksa boks şampiyonu o kimsemi önünde duramadığını öğrendiği Yusuf’u yumruklarının tekniği sâyesinde yere sermek sevdasına mı düşmüş ne? Türk pehlivanına boksörle karşılaşması teklif edilir. Boksun ismini de cismini de bilmeyen Yusuf bunu Amerikalılara mahsus bir nevi yumruklu güreş zannıyla sâfıyane boynunu büküp: ‘Peki, tutuşalım’ der.
Bütün yolcular güvertede; hava güzel, deniz uslu; boksörle pehlivan, gemicilerin hazırladığı mindere çıkmış. Yusuf, ellerine takılan acayip eldivene şaşkın şaşkın bakarken hakemin çaldığı düdükle hücuma geçen boksör Yusuf’un şakağına ilk yumruğu indirdiği zaman tabiatı ile ne yapacağını bilmediği için, bizimki kolunu kaldırıp başını sakınmaya uğraştığı sırada, boş kalan öte tarafından ikinci yumruğu yiyerek boksör onun böğrüne de yaman bir muşta savuruca hiddetlenen Yusuf: ‘Te, bu ne biçim şey, güreş mi tutuyoruz, kevga mı ediyoruz?’ dedikten sonra ‘Al bir de benden’ diye boksörün omuzlarına bir şaplak indirdi. Kim bilir elenseyle karışık o ne bir şaplaktı ki boksör o anda yere kapanmış ve kapandığı yerden kalkamadiği için ‘nakavt’ olmuştur. Bu garip boks Amerika’ya çıkar çıkmaz Yusuf hakkında öyle sonsuz bir reklama vesile olur ki…
Onun Amerika’da ilk güreşi, in güvenilen teknik pehlivan Roeber iledir. Sirk üstünde ikisi seyircilere takdim edildikten sonra Roeber, seyircilere övünür: ‘Avrupa’da kimsenin yenemediği söylenen bu koca ayıyı şimdi sirkten bir çuval yükü hâlinde önünüze atacağım!’
Tercüman, bu sözleri aynen tercüme edince Yusuf, fazle hiddete geldiği zaman Âdeti olduğu üzere, alnının ortasındaki damar, bir parmak gibi kabarmış, rakibine hışımla dönüp sâdece: ‘Be köstebek’ der. Meğer Roeber’in dediği doğruymuş. Sâhiden bir yük çuvalı hâlinde fakat tersine çıkan rüyâ misâli, Yusuf yerine kendisi seyircilerin önüne fırlatılmış buldu.
Hiçbir güreşçinin sırtını yere getiremediği Koca Yusuf hazin bir tecelliyle dalgalara yenildi. Türkiye’ye dönüş için Amerika’da bindiği gemi, bir müddet sonra kayalara çarpıp parçalandı ve bütün yolcular denize döküldü. Hırçın bir dalga, onu alıp götürdü.
Bu hazin sonu, başka türlü anlatanlar da vardır: Denize dökülenlerin kalabalık bir bölümü geminin tahlisiye sandalına doluşmuştur. Sandal battı batacak kadar doludur. Koca Yusuf, sandalın bir kenarından tutup binmek isteyince, onun iri gödeşiyle sandalın batacağını düşünen Amerikalı yolcular el birliği ile, Yusuf’un sandalı tutan ellerine sandalda bulunan kürek ve diğer cisimlerle vurdular. Parmakları parça parça olduğunda, Yusuf’umuzun yere gelmeyen sırtı, dalgaların üzerinde bayrak olmuş dalgalanıyordu.
***
O Koca Yusuf ki… bir müsâbakada hasbelkader karşısına çıkarılan Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ı görünce; ‘Kurtdereli Mehmet, henüz toydur. ‘A be bana bu Mehmed’i ezdirtmeyin o, ileride büyük bir pehlivan olacak’ deyip, korktu ve kaçtı denilmesinden zerrece gocunmaksızın güreşten çekilecek kadar centilmen ve merhametli idi.
İsmâil Habib Sevük, ‘Türk Güreşi’ isimli eserinin son sayfalarında; ‘Güreşimizin İstikbâline Dâir Temel Tedbirler’ başlığı altında 6 sayfa boyunca tavsiyelerde bulunuyor. Bu satırlar1949 yılında kaleme alınmıştır. Muhtemelen, günümüzde geçerliliği kalmamıştır. Fakat çâresiz olduğumuz söylenemez. İstenilirse başarılır.
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.
İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50
Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr www.otuken.com.tr
İSMAİL HABİB SEVÜK: Kafkas kökenli bir âilenin ferdi olan İsmâil Habib Sevük 1892 yılında Edremit’te doğdu. Asıl adı İsmâil Hakkı’dır. 1904’te Edremit Rüştiyesinden 1909’da Bursa İdâdisinden mezun olduktan sonra 1913’te Darülfünun-ı Osmanî Hukuk Mektebini bitirdi. Daha sonra Edirne Türk Ocağı başkanlığı vazifesini de üstlenecek olan İsmâil Habib, daha talebelik zamanında bu müessesenin kuruluş yıllarında önde gelen aydın ve düşünürleriyle tanışma fırsatı buldu. 1914’te edebiyat öğretmenliğine tâyin edildiği Kastamonu’da hem İttihat ve Terakki kulüp müdürlüğünü hem de cemiyetin yayın organı Köroğlu gazetesinin başyazarlığını üstlendi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Millî Mücâdele’yi destekleyen Balıkesir’de İzmir’e Doğru, Kastamonu’da Açıksöz gazetelerinde başyazarlık yaptı. Kastamonu ve Ankara Lisesinde edebiyat öğretmenliği, Edirne’de maarif müdürlüğü, Antalya ve Adana’da maarif eminliği görevlerinde bulundu. Maarif eminlikleri kaldırılınca Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmenliğine tâyin edildi. Bu okulun öğretmeni iken 1943 yılında Sinop’tan milletvekili seçildi. Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazıları neşredilen İsmâil Habib Sevük’ün ‘Türk Teceddüt Edebiyatı Târihi’, ‘Edebî Yeniliğimiz’, ‘Yurttan Yazılar’, ‘Atatürk İçin’, ‘O Zamanlar’, ‘Türk Güreşi’, ‘Dil Davası’, ‘Yunus Emre’ ve ‘Mevlânâ’ gibi kitapları yayınlanmıştır. İsmâil Habib Sevük 17 Ocak 1954 târihinde vefat etmiştir. |
İKTİBAS:
PEHLİVANLIĞIN ZİRVE DÖNEMİ VE İSTANBUL’DA GÜREŞ
OĞUZHAN MURAT ÖZTÜRK
Bazı sporlar bazı milletlerle birlikte anılır. Söz gelimi futbol denince akla Brezilya, basketbol denince ABD gelir, Türkler ise güreşi ata sporu olarak benimsemiştir. Kültür târihimizin eşsiz eserleri olan Dede Korkut boylarında, Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatname’sinde, Divanü Lugat-it-Türk’te güreşe dair bir şeyler okumak mümkündür. Panayırlarda, düğünlerde hattâ yeşil bir çimen bulunan her yerde güreş karşımıza çıkabilir. Hemen her konuda atılım yapma irâdesini taşıyan ve spora da imkânlar ölçüsünde yatırım yapan genç Türkiye Cumhuriyeti, bu yatırımlarından sâdece güreşten karşılık aldı dersek abartmış olmayız. Güreşçilerimiz, özellikle 1948 Londra ve 1960 Roma olimpiyatlarında kazanılan altın madalyalarla hem ata sporu tâbirinin hem de bir dönem Avrupa’da dillere pelesenk olan ‘Türk gibi kuvvetli’ sözünün hakkını verdi.
Güreş ve ata sporu eşleşmesi yapsak da bugün olimpik güreşin bizim ata sporu dediğimizle pek örtüşmediğini söylememiz gerekiyor. Türk güreşi denince Anadolu’nun her tarafında rastlanan karakucak güreşi ve esasen bir Rumeli güreşi olan yağlı güreş akla gelmektedir. Hatay’da yapılan aba güreşinin Orta Asya’dan taşınan bir gelenek olduğu düşünülse de bu güreş türünün geneli kapsadığı söylenemez.
Yazımıza konu olan güreşlerin zirve dönemi hemen herkesin ittifak ettiği gibi Sultan Abdülaziz Han dönemidir. Kazanmak için rakibin sırtının yere getirildiği, yere ‘göbeği güneşi gördü’denilecek derecede açık düştüğü veya bir pehlivanın rakibini havaya kaldırarak üç adımı atması gibi usullerin olduğu yağlı güreşleri, Sultan Abdülaziz o kadar sever ki dönemin hemen hemen bütün namlı pehlivanlarını sarayda istihdam eder. Pehlivanlara geçimlerini sağlamak için şamdancılık, hamlacılık, tablacılık, kuşçuluk, gibi saray işleri de tesis etmesinin yanında, kalmaları için akaretler de inşa ettirmiştir. Lâkin padişah huzurunda yapılan güreşler meydan güreşlerinden farklıdır. Her şeyden önce bu güreşlerde birtakım kısıtlayıcı kurallar söz konusudur. ‘Huzur Güreşi’ adı verilen bu güreşlerde pehlivanlar padişaha arkalarını dönemezler, padişaha da meydan okumak anlamı taşıyacağından nara atamazlar. Yine meydandaki gibi davul zurnanın güreşin temposuna göre ayarladığı ritim duyulmaz bu güreşlerde; saray sazendelerinin daha mutedil ve sâkin musikisi işitilir. Normal güreşlerde birbirlerini kıyasıya mağlup etmeye uğraşan pehlivanlar, ‘Huzur Güreşi’nden memnun kalır mıydı, bilinmez. Ne de olsa bu güreşler olur olmadık zamanlarda kesilebilir, sık sık müdâhaleye uğrayabilir, ortalık tam kızışmışken bir anda padişah irâdesiyle sonlandırılabilirdi. Meşhur Kel Aliço’nun padişahın âniden bitirdiği bir güreş sonrası öfkesini gizleyemediği ve tavrından dolayı saraydan uzaklaştırıldığı rivâyetler arasında… Yağlı güreşe tutkun olan Sultan Abdülaziz’in de yağlanıp kispet giyerek meydana indiği ve meşhur pehlivanlarla güreştiğine dâir pek de güvenemeyeceğimiz bir rivâyet de mevcuttur.
Sultan Abdülaziz döneminde popülerlikleri ve refahları zirvede olan pehlivanları sıkıntılı bir dönem beklemektedir. 93 günlük Beşinci Murad döneminden sonra tahta çıkan Sultan İkinci Abdülhamid ne amcası gibi güreşe meraklıdır ne de kalabalıkların toplandığı organizasyonlara sıcak bakmaktadır. Üstelik Sultan Aziz döneminde sırf padişah güreşten hoşlanıyor diye pehlivanları himâye eden beyler ve paşalar da ellerini pehlivanların üzerinden çekmiştir. Sâdece İstanbul’da değil Anadolu’da gerçekleşen güreşler bile dağıtılmakta, pehlivanlar sıkıntılı günler yaşamaktaydı. Pehlivanlar için memleket dışına çıkmaktan başka bir seçenek kalmamıştı. Avrupa salonlarında boy gösterecek pehlivanlar (öncüsü Kazandereli Memiş’ti) ‘Türk gibi kuvvetli’ sözünü hafızalara kazıyacak başarılara imza atacaktır. Yâni şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Pehlivanlık yurt içinde zirve dönemini Sultan Aziz, yurt dışında ise Sultan Hâmid döneminde yaşamıştır.
Güreşçilerimiz ilk başlarda bu yabancısı oldukları güreş stilini icra etmekte zorlansa da kısa zamanda yeni tarza alışır. Fransızların güreşçısi ve Koca Yusuf’un insanüstü kuvvetiyle tanışanlardan Paul Pons, ‘Türklerin gelişi bize mesleğimizin değerini hatırlattı’ diyecektir. Zira Folies Bergere, Cirque d’hiver gibi salonlarda Türklerin gelişinden evvel, daha çok gösteri mâhiyetinde güreşler yapılmaktaydı. Türkler ise kazanma odaklıydı ve seyircileri heyecanlandırmak veya güreşi uzatmak gibi gayeleri yoktu. Meşhur Paul Pons, La Lutte Türkler için şöyle yazacaktı: ‘Onlara şike teklif etmek imkânsızdı. Tek bir şeyden anlıyarlardı: Rakiplerini yenmek ve yenilmemek. Tek bir prensipleri vardı: ‘Çabuk, çabuk’
Koca Yusuf’un, Adalı Halil’in, Kara Ahmet’in, Filiz Nurullah’ın, Kurtdereli Mehmet ve de bu günlerde sosyal medyada bir hayli ilgi çeken Kızılcıklı Mahmut’un Avrupa ve Amerika’da yaptığı güreşler dönemin basınına da yansımıştı. Hattâ ‘Güreşlerden hoşlanmıyor’ denilen Sultan Hâmid Han dahi bu güreşleri tâkip etmiş ve güreşçileri çeşitli nişan ve madalyalarla ödüllendirmişti
Paris’te büyükelçilik vazifesinde bulunan Sâlih Münir Paşa, hatıralarında Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın önceleri Paris’teki güreşçilerin kıyafetlerinin çirkinliğinin devleti küçük düşürdüğüne dâir söylentileri kendisine sorduğunu, paşahınsa Rumelili pehlivanların mahallî kıyâfetleriyle burada bulunduğunu ve haysiyetlerine dokunacak bir durumun olmadığı cevabını yazar. Paşa İstanbul’a döndüğündeyse Sultan kendisine şöyle der: ‘Pehlivanların kıyafetleri hakkında yazdıklarına inanmıştım. Pehlivanların, gene Avrupa’ya gitmek üzere üç kişi olarak İstanbul’a geldiklerini duydum. Bizim küçük tiyatroya getirttim. Vakıa senin yazdığın gibi kıyafetlerini pek zarif ve yakışıklı buldum. Güreşlerini de seyrettim, memnun oldum.’
1897 ramazanında tiyatro seyirliklerine güreş müsâbakaları ekleneceki. Bu müsâbakalar Batı tarzında planlanmıştı. Türk güreşçileri de Batılı rakipleriyle boy ölçüşecekti. 21 Şubat 1897 târihinde teravih namazından çıkanlar Avrupa’daki başarılarıyla genç yaşında şöhrete ulaşan, ‘Cihan Pehlivanı’ unvanı alan, Fransızların ‘karamel’ adını verdikleri Kara Ahmet’in İtalyan jimnastikçi Miloni’yle güreşeceğine dâir ilanı gördü. İlanı okuyanlar hayli şaşırmış olmalı. Çünkü bu, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın padişahlığının 21. Yılında halk önünde yapılan ilk güreş müsâbakasıdır.
Cumhuriyet Döneminde:
Cumhuriyet kurulunca karşımıza güreşe meraklı bir başka isim çıkar: Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün Çankaya’daki sofraları bile bir anda güreş meydanına dönüşebilirdi. Gazi, yapılı erleri güreştirip seyrederdi. Kendisi de zaman zaman Nuri Conker’le güreşirdi. Bir keresinde Gazi’nin iki büyük zevki olan musiki ve güreşi ustalıkla icra eden Tamburacı Osman Pehlivana mâiyetindeki askerlerden biriyle güreşmesini söylemişti. Kıran kırana boğuşma sonrası tam güreşi kazanacakken bırakan Tamburacı’ya neden böyle yaptığını soran Atatürk pehlivandan ‘Paşam ben bu aslanın sırtını yere getiremem çünkü o sizin evlâdınız’ cevabını alacaktı. Tamburacı ayrıca gözleri dolduğu görülen Atatürk’ün ellerini hürmetle öpecekti. 1935 yılında Almanya’nın Dortmund Güreş Kulübü sporcularını 7-0 yenen güreşçileri Florya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne dâvet eden Atatürk, sohbetlerinden sonra dönemin meşhur güreşçilerinden Çoban Mehmet’e şaka yollu elense çeker. Lâkin başarılı güreşçi bir gaflet anında yakalanır ve sendeler. Herkes gibi bu işe Gazi de şaşırmışsa da güreşçinin gönlünü almak ister: ‘Anladım sen böyle yumuşak duracaksın. Kendini kuvvetsiz gösterip benimle güreş yapıp yeneceksin, değil mi? Seninle güreş tutsak beni de yenebilir misin?’ Çoban Mehmet, Atatürk’e tarihî bir cevap verir: ‘Sizi yedi düvel yenemedi paşam, ben nasıl yenebilirim?’
Atatürk güreşi millî sporumuz olarak görmüş ve bu şiara lâyık olunmasını da güreşçilerden beklemiştir. Seyrettiği bir müsâbakada Finlandiyalı rakibini yenmesine rağmen Arabacı İsmail adlı güreşçinin kaçak güreşmesine, zaman zaman minderden kaçmasına çok öfkelenmiş, ‘Böyle Türk güreşçisi olmaz, bunu bir daha takıma almayın!’ demekten kendini alamamıştır.
Atatürk yağlı güreşe de önem vermekteydi, özellikle Cumhuriyet devrinin en büyük başpehlivanlarından Tekirdağlı Hüseyin’in güreşlerini seyretmekten keyif almaktaydı. Pehlivanın oğluna bisiklet hediye etmişti.
Atatürk, Ankara’da yağlı güreş müsabakalarının düzenlemesine de önayak olmuştu.
Cumhuriyet döneminde yapılan yağlı güreşlerde şeref misâfiri olarak dâvet edilen, zaman zaman da hakemlik görevini üstlenen efsanevi bir pehlivan mevcuttu: Kurtdereli Mehmet. Ankara’da bugün adı Çocuk Esirgeme Kurumu olan Himaye-i Etfal yararına yapılan güreşlere de bu şekilde katılan Kurtdereli Mehmet, Anadolu Ajansı’na verdiği röportajda ‘Güreşirken arkasında Türk milletini hissettiğini’ ve ‘Onun şerefini korumak için her şeyi yaptığını’ söylemişti. Bu sözler Gazi’nin kulağına gitmiştir. Pehlivanın sözlerinden duygulanan Atatürk, Kurtdereli’ye yazdığı mektupta daha sonra pehlivanın kabrini de süsleyecek olan şu ölümsüz satırları kaleme alır:
‘Kurtdereli Mehmet Pehlivana: Seni, cihanda büyük ün almış bir Türk pehlivanı olarak tanıdım. Parlak başarılarının sırrını şu sözlerle izah ettiğini öğrendim: ‘Ben her güreşte arkamda Türk Milletinin bulunduğunu ve Millet şerefini düşünürdüm…’ Bu dediğini en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla senden ve sözlerinden ne kadar memnun olduğumu anlarsın. Çoluk çocuğun için sana ufak bir armağan gönderiyorum. O, bu mektubumla beraberdir. Pehlivan! Ömrün tam sağlıkla uzun sürmesini dilerim.’
Oğuzhan Murat Öztürk: İstanbul Dergisi, S: 19, s: 62-65. İstanbul Eylül 2014