Türk dünyası bir bütündür. Başta ebed müddet devletimiz Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan cumhuriyetleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan Cumhuriyetleri, Rusya Federasyonu’na bağlı olan ve farklı oranlarda Türk nüfusuna sâhip olan muhtar cumhuriyetler ile bulundukları ülkede, azınlık konumunda yaşayan; Afganistan, Irak ve Suriye Türkmenleri, Ahıska, Balkan, Batı Trakya ve Doğu Türkistan, İran ve Kırım Türkleri… Türk dünyasını oluşturur.
Çok geniş bir alana yayılan Türkler arasında; dil, din ve ırk özelliklerinden oluşan ve tarihten gelen kültürel bağlar vardır.
Türk dünyası çok geniştir. Batıda Balkan Yarımadası’ndan başlar, doğuda Çin’in batı kısmına kadar uzanır. Kuzeyde Kuzey Buz Denizi kıyılarından güney’de Tibet’e kadar uzanır. Türk toplulukları Avrasya’nın ortasında, kuzeyden güneye genişliği 3.000 kilometre, batıdan doğuya uzunluğu 8.000 kilometreyi bulur. Bu alanın yüzölçümü yaklaşık 22.000.000 kilometrekaredir. Dünyanın yüzölçümü 500.000.000 kilometrekare olduğuna göre, dünyanın % 4,5’u Türk yurdudur. Bu oran çok az görülüyor olmakla birlikte, dünya üzerinde 500’den fazla etnik grup olduğu düşünülürse, Türklerin yapının çok önemli bir rakam olduğu ortaya çıkar. Bu geniş alanda yaklaşık 300.000.000 Türk yaşamaktadır. Dünya nüfusunun % 5,5’u Türk’tür.
Türkiye ile 22.000.000 kilometrekarelik alana yayılmış Türk Cumhuriyetleri, aynı dilin çeşitli lehçelerini konuşuyorlar. Gelenekleri, kültürleri, destanları, masalları, atasözleri, mânileri, bilmeceleri, tekerlemeleri aynı. Türkiye ve Türk Dünyası, 300.000.000 nüfusluk bir bütünü oluşturuyorlar. Ne var ki bu bütünün parçaları ortak dil konusunda birleşemiyorlar.
Dünya ülkeleri ekonomik ilişkiler bazında bütünleşirken ortak iletişim dili olarak İngilizceyi kullanıyorlar. Böylece haberleşme hız kazanıyor, ticaret gelişiyor. Türk Dünyası’nda da ortak dil oluşturulabilirse, ticârî ilişkilerle birlikte, esasen aynı temele dayalı olan kültürel ilişkiler de gelişecek. Bu gelişmeye Türk Dünyası’nın ihtiyacı var. Makro düzeyde baktığımızda, gerekli gelişmenin yeterli hızda olmadığını üzülerek görüyoruz.
130 yıl önce Gaspıralı İsmail Bey’in yayınladığı Tercüman Gazetesi; Baltık ve Adriyatik denizlerinden Çin Seddi’ne, Yakutistan’dan Mısır, Suriye ve Irak’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada yaşayan Türkler tarafından okunuyor ve anlaşılıyordu. Çünkü İsmail Bey, gazetesinde ortak dil – ortak alfabe kullanıyordu.
Rusya’daki komünist rejim, bir bütün olan ve Uluğ Türkistan dediğimiz Türk Dünyası’nı Çin ile anlaşarak önce Doğu Türkistan – Batı Türkistan olarak ikiye ayırdı. Sonra Batı Türkistan’ı beş parçaya böldü. Her parçada yaşayan Türklere coğrafî bölgelere göre milliyetler belirledi: Azerî, Türkmen, Kırgız, Özbek, Kazak, Tacik… gibi. Bununla da yetinmedi. Misyoner İlminsky’ye Türk Cumhuriyetleri’nin her biri için ayrı ayrı alfabeler hazırlattırdı. Bu alfabelerin kullanılmasını mecburî kıldı. Konuştukları dili, biri birlerini anlayamaz hâle getiren kalıplar oluşturdu. Uygulama, 74 yıl devam etti. Sonunda çok hazin bir manzara ortaya çıktı. Türkiye’den giden bir Türk, Azerî ve Özbek soydaşı ile Türkçe konuşarak anlaşabiliyor, fakat Azerî ile Özbek, kendi aralarında ana dilleriyle konuşamıyorlardı. Onların ortak dili Rusça olmuştu. Türk Dünyası’nın ortak toplantılarında katılımcılar – konuşmacılar da ortak dil olarak Rusçayı tercih ediyorlar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin dağılmasından, bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nde hür bayrakların dalgalanmaya başlamasından bu yana, 20 yıla yakın bir zaman geçti. Hâlâ ortak dil, ortak alfabe oluşturulabilmiş değil. Bu olumsuzluğu, “74 yılın tahribâtını, 20 yılda silmek mümkün değil.” Bahanesinin ardına koyamayız. Koymamalıyız.
Ortak dil – ortak alfabe oluşturmak için teşebbüsler olmadı değil. Orta seviyeli olsa bile başarıya ulaşılamamış olmasının sebebini, tek bir alfabe dayatmak gibi isâbetsiz bir çözüm formülüne bağlanabilir. Ortak dil konusundaki başarısızlığın sebebini ise mevcut durumu korumak şeklinde açıklamak mümkün. Alışılagelmiş rahatlık da denilebilir. Başka etkenler de söz konusudur:
* Kimi dilciler, Türk lehçelerinden ortak kelimeler alarak Türk Esperantosu denilebilecek, yamalı bohça benzeri bir dil oluşturmaya çalıştılar. Dünya esperantosunun 100 yıllık çalışmalara rağmen uğradığı başarısızlık göz önünde bulundurularak bu yola hiç sapılmamalıydı.
* Türk Dünyası’nda dil alanında uzman kişiler bir araya geldiğinde her biri kendi millî dilinin ortak dil olarak tercih edilmesini ister. Bir grup ise, Örgenç (Urgenç) şehrinde konuşulan Türkçeyi ortak dil olarak tavsiye eder. Gerçekte, orada konuşulan Türkçede, bütün Türk Dünyası’nda bilinen kelimeler çok fazladır. Fakat bu projeyi kabul edecek çoğunluğu bulma ihtimali yoktur.
* Bir kesim ise, Türkiye Türkçesi’nin ortak dil olarak kullanılması gerektiğini söylüyor. İleri sürülen gerekçeler şöyle: 1- En kalabalık nüfus Türkiye’de. 2- Türk Dünyası’nın tam bağımsız ve ekonomi açısından en güçlü ülkesi Türkiye’dir. 3- İsmail Gaspıralı ve Ziya Gökalp de bu tezi benimsiyorlardı. Günümüzde Azerbaycanlı ünlü şair Bahtiyar Vahapzâde bu tezi destekliyor. Milletler arası şöhrete sahip olan ve 10 Haziran 2008 tarihirnde Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız dünyaca tanınmış Kırgızistanlı Türk yazar Cengiz Aytmatov da aynı görüşte idi.
Türkiye Türkçesi tezinin karşısında olanlar ise: Türkçenin problemlerinin bulunduğunu, önce bu problemlerden arındırılması gerektiğini söylüyorlar. Bu iddia da doğrudur. Fakat konunun, Türkçenin problemlerinden arındırılmasına kadar beklemeye tahammülü yoktur.
ÇÖZÜM
Dil, bir sosyal olgudur. Bütün sosyal olaylardaki gibi, tek bir çıkış yolu ile çözüme ulaşılmaz. Uygun çözümlerin bir kısmı esasen uygulamaya konulmuştur. Türk Cumhuriyetleri’ndeki önemli eğitim ocaklarımız faaliyettedir. Bu çalışmaların olumlu sonuçları mutlaka alınacaktır. Yeni tedbirlere de ihtiyaç var:
* Türk Cumhuriyetleri’nde Kültür Merkezleri ve bunlara bağlı olarak dil kursları açılabilir.
* Türk soylu topluluklar, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim ve öğrenimlerini kendi ana dillerinde yapmalıdırlar.
* Türk Topluluklarının katılımıyla yapılan milletler arası toplantılarda, konuşmacılar, kâğıttan okumak suretiyle de olsa, bildirilerini kendi ana dillerinde sunmalılar. Nasıl olsa Rusça konuşmalar, ânında tercüme ile diğer dillere aktarılıyor. Aktarma işlemine aynen devam edilir.
* Dil konusu dilcilerle değil, bu gayeye inanmış eğitimcilere bırakılmalı.
* Türk Ocakları, Aydınlar Ocağı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Yesevî Vakfı, Türk Dil Kurumu, Ahmet Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyeti… ve benzeri kurum ve yöneticilerince belirlenecek bir kadro, Türk Dünyası üzerine fikir üretmeli. Devletin bu kadrolarla ilgisi mâlî destek çerçevesini aşmamalı. Türk Dünyası ile ilgili uygun çözümler ancak millî ülkülerle yetişmiş bilgili insanların gayreti ile bulunabilir.
* Türk Dünyası’ndaki film senaristleri ve yapımcıları aracılığı ile müşterek filmler çevrilebilir.
* Ticârî, sınâî ve sosyal işbirlikleri; ortak bir dil oluşumu için en mükemmel araçlardır.
Evet, bunlar yapılmalı. Yapılırken de geçmiş yıllar sorgulanmalı. Sorgulanmalı ki, gelecek yıllarda iyi değerlendirilebilsin.
Bu güne kadar neden ilerleme sağlanamadı? Hatta biraz kötümser yaklaşımla, ilk günlere nazaran neden daha gerilere gidildi? Sorgulamadan kaçınılmamalı. Önce şunu sorabiliriz: Gelecek yıllarda sağlanacak olumlu gelişmeler için gerekli alt yapı oluşturuldu mu? Türk Dünyası’nın tamamına yayın yapabilecek televizyon kanallarımız var mı? Ve onların beklentilerine uygun programlarımız nerede? Ortak ders programlarımız hazır mı? Gaspıralı İsmail Bey’in Tercüman’ına benzer bir gazete çıkarmak için hazırlığımız var mı? Bu işler için kaynak ayırabiliyor muyuz? Bir basımevi sâhibi, “Türk Dünyası’na yönelik eserler basmak istiyorum.” Dese, basacağı eserlerin listesini verebiliyor muyuz?
İLETİŞİM DİLİ
İki husus çok önemlidir: 1- Ortak dilden ziyade ortak iletişim dili üzerinde durulmalıdır. 2- Bütün Türk Cumhuriyetleri, Lâtin alfabesine geçmeli. Çünkü bilgisayar ve iletişim teknolojileri, Lâtin alfabesine göre gelişiyor. Alfabedeki harf sayısının mutlaka 29 olmasında ısrar edilmemeli.
Neden ortak Türkçe değil de ortak iletişim dili?
Ortak konuşma dili; geçmişi, duygusu, hatırâsı, edebiyatı, türküleri, bilmeceleri, tekerlemeleri… özetle zenginliği olmayan kuru ve hatta ucube bir dil olur. Milletleri şahsiyetsizleştirir, millî kimliklerinden uzaklaştırır. Bu sebeple, varılmak istenilen hedef; ortak iletişim dili olmalı. Ortak iletişim dili, zaman içerisinde ortak yazı dili hâline gelir. Türk lehçelerindeki ortak unsurlar üzerinde yapılacak çalışmalar, daha kısa zamanda sonuca ulaşılmasına yardımcı olur. Türk soylu toplulukların dillerinde kelimelerin çoğunun ortak olduğu görülüyor. Yazılış; bir-iki harf değişikliği ile farklı, söyleniş (telaffuz) ve ekler itibâriyle değişik olabilir. Fakat kök kelime ortaktır. Türk toplulukları arasındaki ortak iletişim dili, bu ortak söz varlığına dayalı olarak geliştirilebilir.
Ekonomi, siyâsî ve askerî alanda güçlü bir Türkiye, batı etkisinden arındırılmış Türkçe ile Türk Dünyası’nda, bu günkünden çok daha etkili olur.
TÜRK DÜNYASINI AYDINLATANLAR:
CENGİZ DAĞCI
Kırım Türklerinden yazar Cengiz Dağcı, 22 Eylül 2011 tarihinde Londradeki evinde, 91 yaşında vefat etti. Doğumu: Kırım’da Yatla Şehri’nin Gurzuf Kasabası, 1920.
Çocukluğu kıtlık, fakirlik, Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskılar altında geçti. Babası köyün berberi Emir Hüseyin Efendi, Annesi Fatma Hanım’dır. Ailenin 8 çocuğundan dördüncüsüdür.
İlk ve orta öğrenimini köyünde ve günümüzde Kırım’ın başşehri olan Akmescit’te yaptı. 1938’de ortaokulu bitirdi. İlk şiiri 1936 yılında Gençlik Mecmusı’nda yayınlandı. 1938 yılında Akmescit’teki Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne kaydoldu. Hem okuyor hem de bir gazetede çalışıyordu. 1939 yılında çocukluğunun geçtiği Kızıltaş Köyü son defa ziyâret etti. Enstitünün İkinci sınıfında iken İkinci Dünya Savaşı çıktı, askere alındı ve cepheye gönderildi. 1941’de Ukrayna cephesinde Almanlara esir düştü. Savaşın sonuna kadar esir kampında kaldı. Almanların yenilmesi üzerine esir kampından kurtularak müttefik devletler safına sığındı. 1945 yılında Polonya’da Regina ile tanışarak evlendi ve 1946’da Londra’da Wimbledon yakınlarına yerleşti. Burada lokanta işletirken roman yazmaya başladı. Yurdunu Kaybeden Adam isimli ilk romanını; ‘Türkçe bana anamın konuştuğu dildir.’ diyerek Kırım Türkçesi ile yazıp, mektuplaşmak suretiyle irtibat kurduğu Yaşar Nâbi Nayır’ın Varlık Yayınevi’ne posta ile gönderdi. Roman, Ziya Osman Saba tarafından Türkiye Türkçesine çevrildi ve yayınlandı. Cengiz Dağcı, yayınlanan kitabını okuyarak Türkiye Türkçesini öğrendi ve sonraki romanlarının tamamını Türkiye Türkçesi ile yazdı. Türkiye’de yayınlanan eserleri ile Türkiye’de birçok insan Kırım’ı ve Kırım Türklerinin hayatlarını öğrendi ve soydaşlarını sevdi.
Roman ve hikâyelerinde Kırım Türklerinin 1928’den sonra Sovyet komünist emperyalizminin boyunduruğu altında çektiği acıları dile getirir. İlk romanında bir yurdun gasp edilişini anlatır. Aslında konularında büyük sömürü savaşlarında, savaşan mantığın boşluğunu dolduran sosyal çılgınlığın içinde insanın kendini arayışı, zulme başkaldırma haysiyetinin kazanılması gibi beynelmilel boyutlar vardır. Bunun yanında anlatılan olayların gerçekten yaşanmış olması da eserlerine ayrı bir kuvvet katmaktadır. Türk edebiyatının en güçlü yazarlarındandır. Hüzünlü bir üslûbu vardır.
İlk eserleri Varlık Yayınları arasında çıktı. Soğuk savaş şartlarının siyasî etkilerinin hissedilmesi, Sovyetler Birliği’nin sol entelijansiya ile kurduğu ilişkiler ve fikir hayatımızdaki çatlamalar üzerine Ötüken Yayınevi ile tanıştı. Ötüken Yayınevi vasıtasıyla yirmiden fazla kitabı Türk okuyucusuyla buluştu.
Romanlarında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları hüzünlü ama berrak bir üslupla aksettirdi. 1940 yılında ayrıldıktan sonra Kırım’a gitmemiş olmakla birlirte, Kırım ile olan ilgisini hiçbir zaman koparmadı. Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşlerini anlatmayı ihmal etmez. Hatıralarında; ‘Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim.’ Diyor. Hayatının son yıllarında içerisinde bulunduğu muhitteki karakterleri ele alan hikâyeler de yazdı.
En büyük destekçisi savaş sırasında Polonya’da tanıştığı ve 1998 yılında kaybettiği kıymetli eşi Regina Hanım oldu. Aralarında Yazarlar Birliği’nin ve İlesam’ın yılın yazarı, Türk Ocakları’nın üstün hizmet ödülü de olmak üzere sayısız ödüller aldı. Halen Güneybatı Londra’nın yeşilliği ve tenis turnuvalarıyla ünlü Wimbledon bölgesinde yaşıyor.
Belli-başlı eserleri ve kısaca konuları:
Yurdunu Kaybeden Adam (Roman, 1956) Esirlikten kurtulan ama hürriyetin tadına varamayan Cengiz Dağcı; ‘Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir mânâsı kalmadığını şimdi anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor artık….’ Diyerek kendisini anlatıyor.
Onlar Da İnsandı (Roman, 1957)
Bâkir Kırım köylerine kapılanan ve ilk fırsatta sığınmacı olduklarını unutarak talan ve yağmaya yönelen davetsiz misafirleri anlatıyor. Yazarın çocukluğunun geçtiği köylerin destanıdır. Topraklarından kopmak istemeyenler dövüşürler; fakat sonunda mağlup edilirler.
Korkunç Yıllar (Roman, 1958) Henüz öğrenci iken, askere alınan ve ikinci Dünya Savaşı’nda cepheye gönderilen Kırımlı bir gencin, Teğmen Sadık Turan’ın acıklı hikâyesi. Roman, Teğmen Sadık Turan’ın hatıraları olarak anlatılmaktadır. Sadık Turan, Rusların zulmünden kaçarken Almanlara esir düşer.
O Topraklar Bizimdi (Roman, 1966) Her bölümü gerçek olaylar üzerine kurulan, köy hayatı ve toprak sevgisinden başlayarak, gitgide savaşlara ve ölüme uzanan zincirin her halkasında hayatın ve yaşamanın sıcak soluğu hissediliyor.
Ölüm ve Korku Günleri (Roman, 1970) Polonya’daki esir kampı günlerinde şahit olunanlar ve tutulan notlar… İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgali altındaki Polonya… Millî ayaklanma ve bunun kanla bastırılışı… Dağcı, bu şartlar altında Varşova’da yaşanmış bir insanlık dramını gözler önüne seriyor.
Badem Dalına Asılı Bebekler (Roman,1972) Kırım’daki çocukluk günlerinin saf ve canlı yansımaları… Cengiz Dağcı o günleri; ‘Uzak ve ıssız yerlerden geliyordu Kızıltaşlılar’ın ve Gurzuflular’ın boğuk ve derinden derine acı çığlıkları kulaklarıma.’ Diyerek anlatıyor.
Yoldaşlar (Roman, 1992) İkinci Dünya Savaşı’nda sınır hattına yakın bir bölgede başlarındaki teğmenle hareket eden bir Rus bölüğünün mâcerâları içerisinde Materyalizme tapınan insanların hikâyesi anlatılıyor. Gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılan eser bu teğmenin tevkifiyle son buluyor.
Ben ve İçimdeki Ben (Hatıralar, 1994) Huzurlu ve mütevazı evinin çalışma odasındaki masasına oturan yazarın serbest çağrışımlarla zenginleşip ilerleyen duygulanmalarının kâğıda bire bir yansıması. Hayatından, günlük tahassüs ve notlarından, geçmişine ve Kırım’a duyduğu özlemi anlatıyor.
Biz Beraber Geçtik Bu Yolu (Roman, 1996) Yazarının, ‘Son ciddî eserim’ olarak nitelediği romanıdır.
Hatıralarda Cengiz Dağcı (Hatıralar, 1998) Yazarın kendi kaleminden hatıraları… Bir bakıma roman kahramanlarıyla kendisi arasında kurulan ilişkiye açıklık getiriyor. Çocukluğunu, savaşa gidişini, esir düşüşünü, iltica edişini ve yazarlığının merhalelerini anlatıyor.
Bay Markus’un Köpeği (Hikâye, 1998) Yazarın içerisinde yaşadığı İngiliz toplumu ve çevresinde yaşayan sıradan insanlar hakkında yazdığı hikâyelerden birincisi. Hikâyelerin hepsi aynı dar çevrede ve birkaç aile çerçevesinde gelişiyor. Eşini kaybeden Markus Burto’nun duygularını anlatıyor.
Bay John Marple’in Son Yolculuğu (Hikâye, 1998) Dorothy hanım John Marple’ın gidişiyle yalnız kalmıştır. John Marple’ın gittikten Dorothy hanım kayığın kenarına eğilip, şapkanın içindeki külleri yavaşça denize döktü. Uzunca bir süre denizin derinliklerine baktı.
Oy, Markus, Oy! (Hikâye, 2000) İngiliz hikâyeleri serisinin son kitabıdır. İlk kitaplardaki kahramanların yerini torunları almıştır.
Regina (Hatıralar, 2000) Dağcı’da en çok dikkat çeken hususiyetlerden biri karısı Regina’ya olan bağlılığıdır. Eserlerinin Regina ile alakalı bölümleri yazılırken ikisi de torun sahibi olmuş sevimli ihtiyarlardır. Ömürlerinin kırk veya kırk beş yılını birlikte yaşamışlardır.
Dönüş (Roman, 2000) Sürgündeki Kırım Türklerinin vatana dünüşleri anlatılır.
Ana ve Küçük Alimcan (Kikâye, 2001) Biri anne diğeri çocuk hakkında iki güzel hikâye. Birisi daha çok dokunaklı, diğeri daha çok neşeli. Anne adlı hikâye; ‘Ana mı? Yoktu ana. Yok, vardı ana. Bir vardı, bir yoktu; türkülerimizde kaldı ana’ kelimeleri ile bitiyor.
Genç Temuçin (Roman, 2005) Gök Moğolların kökü sayılan Bozkurtla Alageyik’in Tibet dağından kalkıp, göl ve ırmakları yüzerek Burhan dağının yamaçlarına gelip yerleştikleri zamanlar ve sonrasının romanı.
İhtiyar Savaşçı (Roman, 2006) Köyüne döndüğü gün uğruna düşmanlarla savaştığı devletin düşmanlığıyla yüzleşen bir savaşçının romanı.
Diğer eserlerinden bâzılarının isimleri:
Anneme Mektuplar (1988), Yansılar (4 cilt halinde hâtırâlar 1990-1993), Üşüyen Sokak (Roman,1997), Bay John Marple’ın Son Yolculuğu (1998), Benim Gibi Biri (Roman, 2005).
YESEVÎ’NİN KAPISINDA
Atam deyip bardım men
Görmek için cırları
Kaytıp gelip tapsırdım
Gözümdeki yırları
Toyda açtım gözümü
Estimdeki düşümdü
Baylaşu sardı özümü
Yâri ilk görüşümdü
Sebep ne ayrılığa
Bu tarihi kim yazdı
Kim bolgan sayrılığa
İçinde o da yandı
Yesevi’ye bardım men
Kara yerge girdim men
Ruhu ruha kardım men
Yüz sürdüm divânına
Haber verdim Yunus’dan
Giz görmedim Yanus’dan
Damlaydım okyanustan
Katsın beni yanına
Buharlandım gök boldum
Şangrakda bir koldum
Bütün üylere doldum
Nefes verdim canına
Katnaşuben ünlendim
Bir kez daha “kün”lendim
Bir olup bütünlendim
Alperen irfanına
Yesevi’ye borcum var
Kal’asında burcum var
Seferinde hurcum var
Katsın beni kanına
Gelsin erenler çağı
Güle bahşası bağı
Gel kuralım otağı
Dergâhının yanına
Ayttı dervişin biri
Gitsin nefsinin kiri
Girip toprağa diri
Şol sayın hatırına
Yaban verdi arakı
Yitti gözümün akı
Oldu kılıcım çakı
Düştüm nefsin ağına
Estinde deli rüzgâr
Gönlünde depreniş var
Ah bugün zamanın dar
Dön diriliş çağına
Peşimde gölge gibi
Gezer uğrunun biri
Durduğum kaya dibi
Döner Tanrı Dağına
Ömrüm geçti kafeste
Sandım büyük hâdise
Bende sabır yok ise
Atsınlar zindanına
Görüp ata göğrünü
Yele açıp böğrünü
Atıp atın eğrini
Çık erenler katına
İbrahim sofrası bu
Sofraların hası bu
Yesevî çorbası bu
Düşür er kaşığına
Aşka düşen dolaşır
Hak rengine bulaşır
Gönlü Hakka ulaşır
Döner Hak aşığına
Rehberini doğru seç
Anadan ve yardan geç
Tasasız, vakur, güleç
Gir altmış üç yaşına
Koy zamanın çengini
Herkes bulsun dengini
Soyunun çelengini
Geçir kurdun boynuna
Geçti ömür hay huyla
Oynaştık suyla buyla
Ab-ı hayat suyuyla
Ulaş özge sayına
Nevaî’den söz ayıt
Abay yoluna kayıt
Muhtar ol, özün ayırt
İt ürsün merdânına
Bürgüt kanatlı atın
Devşirsin saltanatın
Dokuz doğur bir batın
Dağıt dokuz boyuna
Toprak deniz dalgalı
Yiğit ulu kavgalı
Öndeki ak tolgalı
Kayıtsın otağına
Yel apardı obadan
Ayrı düştük atadan
Yarlıgasın yaradan
Alsın ulu katına
LÜTFÜ ŞEHSUVAROĞLU
(KARDEŞ KALEMLER DERGİSİ’NİN OCAK 2007’DE YAYINLANAN 1. SAYISINDAN ALINTIDIR.)